Bundan önceki yazımda Taksim Olayları’nı dindirmek yerine azdırmak isteyenlerin bizzat emniyet güçleri arasında da mevcûd olup olmadığı ihtimâlinden sözetdim.
Öte yandan öyle bir ihtimâlin varlığı, öyle bir ihtimâl ille de var demek değildir. Ancak, eğer varsa, bu öylesine ciddî bir meseledir ki şu an bu ihtimâlden yararlanacak olanları dahî ürpertmesi gerekir.
Zîrâ eğer bir devletin “emniyet” güçleri o devleti “hâlen” yönetmekde bulunan iktidâra ihânet ediyor, edebiliyor ise yarın başka bir iktidâra ihânet etmeyeceklerini de kimse garanti edemez!
Osmanlı’nın “Yeniçeri Belâsı” ile yaklaşık 250 sene süren boğuşması bunun “ibretengîz” örneğidir!
Düzayak Türkçeyle söyleyecek olursak şu oldum olası imrenilen ve hased uyandıran ülkede tam işler, uzunca süren bir “fetret” devrinden sonra usul usul yoluna girerken, Kürd meselesi hallolunurken, ekonomi şâyân-ı hayret derecede düzgün gider ve gelişirken, askerî vesâyet denilen ve en başda askerimizin alçakça canına okuyan hâinâne oyun son bulurken ve Türkiye dış politika alanında tam “oyuncak” olma durumundan “oyun kurucu” pozisyonuna girerken başımıza örülmek istenen bu çorap, sâdece AK Parti “yandaşları”nı değil, ona muhtelif sebeblerden “diş bileyenler”i de alarma geçirmeli ve “Bir sâniye! Ne oluyoruz?” sualini sormalarına yol açmalıdır!
Evet, ne oluyoruz?
Bâzı Avrupalı “dostlar” bu münâkaşaya neden balıklama dalıyorlar?
Bu “âile içi” sürtüşmeyi neden hani neredeyse bir “iç savaş” görüntüsüne bürüyerek yangına körükle gidiyorlar?
Neden “Taksim” Meydanı’nı “Tahrir” Meydanı ile bir tutma sahtekârlığına îtibâr ediyorlar?
Elbet hepsi değil! Dürüstçe yazıp çizen meslekdaşlarımı ve onların yazdıkları basın-yayın organlarını “tenzîh” ederim! Ama kör kör parmağım gözüne bu iki meydan arasındaki “prensipiyel” farkı anlamakdan âcizlerse şu dinine yandığımın gazetecilik/radyoculuk/tvcilik mesleğinde ne arıyorlar? Gidip herhangi bir istihbarat servisinin “dezenformason bölümü”nde çalışsalar daha “doğru yer”de durmuş olmazlar mı?
“Taksim” ile “Tahrîr” arasındaki şu tek bir fark bile ikisinin aslâ birbiriyle karıştırılmaması gerektiğini ortaya koyar:
Tahrir bir “rejime” karşı patlak vermiş bir hareketdir; Taksim ise bir “şahsa” karşı!!!
Başbakan Erdoğan’a karşı!!!
Mısır’da halk baskı ve zulme karşı tavır koyuyor. Türkiye’de ise, bir parkdaki ağaçlar vesîlesiyle bir başbakanın maksadı aşan bâzı davranışlarına karşı ki bu artık Türk Toplumu’nun demokratik bir düzen konusunda ne kadar olgunlaşdığını göstermesi bağlamında iftihâr edilmesi gereken bir durumdur!
Bu arada kesilecek on kadar ağaça karşılık bir milyon yirmi bin ağaç dikmiş bir belediyeyi “yeşil düşmanlığı” ile suçlamak iftirâ değil midir?
Ben gerçi şahsen o on ağaca da yas tutarım ve nitekim tutuyorum ama benim bu konuda “marazî” denebilecek bir hassâsiyetim var. Bu konuda ben kıstâs olamam.
Ama “El insâfü nısfi-d-dîn!” demişler; insaf dînin yarısıdır!
Herkes şapkasını, kasketini, fesini ve miğferini önüne koyup bir fikreylesin bakalım acabâ bundan on sene önce birileri çıkıp “bu gerekçe” ile gösteri düzenleyecek olsaydı başına neler gelirdi?
Türkiye’de demokrasi bulunmadığı “gerekçesi” (!) ile gidip Batılı gazetelere zırlamak ne mene bir meslekî haysiyet anlayışıdır?
Türkiye’de demokrasinin ayaklar altına alındığı devirleri hiç mi yaşamadık ve o devirde kimler iktidardaydı?
Şimdi bu pencereden bakarak soralım:
Başbakan Erdoğan bu muâmeleyi hak ediyor mu?
HAVET!
Önce Türkiye’yi alıp on yılda bir “BÖLGESEL BÜYÜK DEVLET” pozisyonuna getirdiği için, bütün ekibiyle berâber, alkışı fazlasıyla hak ediyor, lâ-şek ve lâ-şübhe!
Öte yandan kendisini alkışlayanları irkiltiyor da!
Demokrasi, yalnızca çoğunluğa ne verdiğinizle değil, azınlığa ne bırakdığınızla da ölçülen bir rejimdir!
Kaldı ki, kendi içinde bölünmüş olsa bile, geriye kalan yüzde 50 de bir “azınlık” değil bir bütünün “yarısı”dır!
Şâyet Başbakanımız istese ve şimdi sinirlenecek ama, Cumhurbaşkanı Gül’ün işâret etdiği yola sapsa Türkiye 24 saatde normale döner ve herkes yine işiyle gücüyle uğraşmaya başlar.
Gönül isterdi ki bu yazı yayınlandığı sabah işler o raddeye varmış olsun!