Bu yazıyı sayın Cumhurbaşkanı ile çıktığımız Danimarka seyahatinde, Kopenhag’da yazıyorum.
Sabah İstanbul’dan Ankara’ya gelirken Zaman’ı aldım ve beklenen mülakatın ilk bölümünü okudum.
Mülakat “Fethullah Gülen Hocaefendi” imzasıyla sunulmuştu. Yani “Hocaefendi” niteliği ile.
İlk izlenim, ilk bölümde “dini dil”in hakim olması.
“Dini dil” daha çok “savunma” eksenine oturmuş. “Yakıştıramadım” sözü konmuş manşete. Bu söz savunma eksenine oturmuş ama onun üstüne konan “O galiz tabirleri ehl-i küfürbile kullanmadı.” sözü pek savunma dili taşımıyor. Çünkü “ehl-i küfür”den aşağı olma ithamı yapılıyor.
Ancak yine de, bu savunma dilinden yola çıkarak “Acaba Başbakan konuşmalarında ağır ifadeler kullanmamış olsaydı, gerilim bu safhaya gelmez miydi?” sorusunun sorulabileceği noktadayız.
Bu soruyu tahlil ederken tabii ki, Hükümet ile Camia arasındaki gerilimin ilk başladığı zamanlara gitmek ve ilk taşı kimin attığı sorusunu sormak gerekiyor.
İlginçtir, dünkü Bugün gazetesinde, sayın Gülen’in mülakatına paralel biçimde Herkül org.’un yöneticisi Osman Şimşek’in yaptığı bir değerlendirmenin haberleştirildiği görüldü. Şimşek haberinde sayın Gülen’in Başbakan’ı 2006’da “dindarları bitirme planı”na karşı uyardığı iddia ediliyor. Yani buna göre Camia, daha 2006’da “Hükümetin dindarları bitirmeye karar verdiği ve bunun adımlarını atmaya başladığı”na inanıyor.
Tabii bu Camia dışındaki “dindarlar” tarafından ne kadar gerçekçi ve inandırıcı bulunur ayrı, bizzat Camia için bu ne kadar gerçekçi ve inandırıcı sorusu da yabana atılamaz. Yani 2006’dan bu yana Camia’nın bütün yolları kesildi mi bu ülkede? Ben buna ancak insaf, derim.
Ancak böyle bakıldığı ifade edildiğine göre Camia’da, Hükümete yönelik böyle bir “gard”ın alındığını düşünebiliriz.
Tabii burada, Camia gard alınca ne olur, sorusu da sorulabilir.
Şimdi asıl soruna gelmemiz lazım:
Hükümetin baktığı noktaya.
Hükümet diyor ki:
- Bir paralel yapı oluşturulmuş, bunlar yargıda, emniyette, devletin en stratejik alanlarında örgütlenmişler, insanları dinlemişler, dosyalar oluşturmuşlar, Başbakan’ı bile dinlemişler, sonra da bir siyasi operasyon başlatmışlar.
Başbakan resmen kendisinin bıçağın altına yatırılmak istendiği kanaatinde.
Ve boynunu vermek istemiyor.
Şunu görebiliyoruz:
- Şayet Başbakan boynunu vermiş olsaydı, Camianın operasyonu hedefine ulaşmış olacaktı.
Tabii bu operasyondan mutlu olacak başka güç odakları da vardı. İçerde, dışarda. Şu anda heyecanlananlar arasında o çevreleri görebiliyoruz.
Başbakan boynunu vermedi.
Menderes boynunu vermişti. Yazık.
Bilmiyorum, acaba Camia’nın elinde silahlı bir güç bulunsaydı, o da Başbakan’ı Menderes’in akıbetine uğratır mıydı? Ya da bu operasyon zamanlamayı şaşırmasa idi, ya da Başbakan operasyonu vaktinden önce patlatmasaydı, Menderes’in başına gelen şey, Başbakan’ın da başına getirilir miydi? Hani şu Türköne’nin “Kelle alan sözümona adalet kılıcı başları düşürür müydü?”
Başbakan başını vermedi, mücadele bayrağı açtı. Ne de olsa Türkiye’nin 2014’ünde yaşıyordu ve önünde 5 askeri müdahale kumpası vardı.
Sayın Gülen, tabii ki bir din adamı. Din dili ona yakışıyor. Camianın tabanının da “din eksenli” bir yapılanma olduğu muhakkak. Ama şu anda Camianın girdiği yolun “Din dili” ile alakasının bulunduğunu söyleme imkanı da yok. En önce, iktidarda bulunan ve dindarlığında kuşku duyulmayan bir yapıya karşı verilen savaşın içini din dili ile doldurmak mümkün değil. Onun için şu anda Camia, kime oy vereceği noktasında ciddi bir kafa karışıklığı yaşıyor. İnsanlar zihinlerinde CHP’yi bir türlü aklayamıyor. Ayrıca insanlar, Tayyip Erdoğan’ı yıkınca yerine neyin ve kimin ikame edileceğine dair bir gelecek öngörüsünde bulunamıyor.
Bilmiyorum yanılacak mıyım, bugün yarın görürüz, bence sayın Gülen, seçimlerde desteklemek için herhangi bir parti ismi vermeyecek. Ama biliyorum ki, Camia’nın bazı ortamlarında özellikle “İstanbul’da Tayyip Erdoğan’a ders vermek için”Sarıgül’e oylar yönlendiriliyor. Sayın Gülen’in bundan haberi yok mu, yoksa CHP’ye oy verme tavsiyesi onun da içine sinmiyor mu?