Kimbilir; belki de yıllarca 22 Şubat ‘hürriyet bayramı’nı da kutlayabilirdik. Tarihte başarısız olmuş siyasî kalkışmaların tozlu sayfalar arasında kalması olağandır; ama Talât Aydemir’in darbesinin yıldönümünde onu hatırlamamak da olmaz tabiî…
22 Şubat 1962 de hafızalardan silindi, siliniyor. Oysa başarılı bir darbe olsaydı, siyasî tarihimizde silinmez izler bırakacaktı. Başarılı darbeler kadar, başarısız darbeler de yakın ilgiyi hak ediyor oysa… 27 Mayıs’ı başarılı mı buluyorsunuz? Bulmayanlar da vardı. Yani, aslında söylemek istediğimi anladığınızı sanıyorum; daha o zaman 27 Mayıs’ı şiddetle eleştirenler vardı. Ve bunlar eski DP’lilerden de ibaret değildi. Aksine, pek çok 27 Mayısçı, 27 Mayıs’ın hedefine varamadığında hemfikirdi.
Nasıl ki, bir zamanlar Sovyet ihtilâlinin önderlerinden Troçki, 1917 devrimini “ihanete uğrayan devrim” olarak tanımladıysa; bu devrimin Stalin’in demir pençesi altında amacından saptığını, ideallerini terk ettiğini ileri sürdüyse; pek çok 27 Mayısçı da, 27 Mayıs’ı aynı şekilde değerlendirmeye başlamıştı. Onlara göre, 27 Mayıs amacına ulaşamamış bir devrimdi ve onu amacından saptıranlara karşı yeni bir 27 Mayıs ruhu gerekiyordu.
27 Mayıs ruhuna ihanet edenler
Aslında 27 Mayısçılar, çok kısa süre içinde ayrıştılar. ‘Zaten hiç bütünleşememişlerdi ki’ diyecek birileri çıkmazsa… Önce, meşhur ‘14’ler’ Millî Birlik Komitesi (MBK)’dan tasfiye edildiler. Bu, 27 Mayısçılar açısından ciddî bir kan kaybıydı. Bu anlaşmazlığın ve tasfiyenin bütün siyasal sonuçları, 27 Mayısçıların hanesine kaydedildi. MBK, ortadan ikiye bölünmüştü. Komitede kalanlar bile siyasal bütünlük taşımıyorlardı. Bir süre sonra da ‘Silâhlı Kuvvetler Birliği’ adı altında yeni bir cunta, MBK ile siyasal rekabete girdi. Bütün bu süreçler, aslında 27 Mayıs’ın barutunu tüketen gelişmelerdi. Yurt dışına çıkarılan ‘14’ler’, ordu içindeki temas noktalarını yitirmemişlerdi ya da koruyabildikleri temaslarla içerideki gelişmeleri etkilemeye çalışıyorlardı.
Fakat ordu içinde başkaca oluşumlar da vardı: 27 Mayıs’ı kendi öz evlâdı olarak gören, fakat darbe sırasında olsun, sonrasında olsun, -kendince bir talihsizlik sonucunda- içinde yer alamayan pek çok önemli subay da vardı. Ki, Harb Okulu Komutanı Talât Aydemir, bu isimlerin başında geliyordu. 27 Mayıs’ı DP iktidarını alaşağı etmeye yarayan basit bir darbe olarak gören ‘sakat’ zihniyete karşı çıkılması gerekiyordu. Bu subaylara göre, tam tersine, 27 Mayıs basit bir hükûmet darbesi değildi; ya da olmamalıydı. Aksine, 27 Mayıs, ülkeyi kurtaracak bir hareketin ruhuydu. Bazılarının zannettiği gibi, iş o kadar basit değildi. İktidarı DP’den alıp, İsmet Paşa’ya teslim etmek; ülkenin kurtarılması için yeterli değildi; hatta bu, boş bir çaba ya da avuntuydu. Yapılması gereken, iktidarı teslim etmemek, ülkeyi uzun yıllar boyunca arzu edilen durum oluşuncaya dek yönetmekti.
Aydemir konuşuyor
Nitekim, Aydemir ve arkadaşlarına göre, 1961 seçiminde DP’nin ruhu geri dönmüştü. Hem de kolayca. Zaten başka türlüsü de beklenemezdi. Ne olursa olsun, geniş kitleler, DP’nin devamı olduğunu ileri süren partileri desteklemişlerdi. Ve onlar yine parlamentoda rahatça çoğunluğu oluşturmuşlardı. Her şey kaldığı yerden devam edecek; 27 Mayıs, kısa sürede unutulup gidecekti. Bütün bunların nedeni, 27 Mayıs ruhuna ihanet edenlerdi. Aydemir ve arkadaşları, iktidarı teslim edenlere karşıydı. Nitekim, siyasilerin yeniden ortaya çıkması ile, 27 Mayıs bütün bütüne kendisini savunmaya çekmek zorunda kalmıştı. İhtilâlci subaylara göre; şimdi artık gerçek 27 Mayısçılar, 27 Mayıs’ın ruhuna ihanet eden 27 Mayısçılara karşı, 27 Mayıs’ın gerçek ideallerini gerçekleştirmek üzere, 27 Mayıs gibi bir darbe yapmalıydılar. Sanırım bu karmaşık gibi görünen cümle, bu subayların gerçek duygu ve düşüncelerini anlatmaktadır.
Karmakarışık bir ihtilâl girişimi
Gerçekten de bugün bile, bu ihtilâl teşebbüsüne giden yolda, kimlerin ne zaman cuntaya katıldıklarını, kimlerin ne zaman cuntayı terk ettiklerini; hangi isimlerin zigzaglar içinde kendilerine yol çizdiğini tam anlamıyla ve tarihsel gerçeğe uygun olarak yansıtmak zordur. İhtilâle katılanlar bile farklı farklı anlatımlar içindedir. Karşıtlarının anlatımı da onlardan daha farklı değildir. Fakat bilinen bir husus vardır ki, o da, ihtilâle katılanların ya da en azından ilk bakışta katılacağı düşünülen isimlerin kalabalık olduğudur. Hem sayıca kalabalık söz konusudur; hem de rütbece… Fakat girişim her aşamada kösteklenmiştir. Hem de çok kez bizzat hareketin içinde bulunan ya da en azından bulunduğu düşünülen isimlerce…
İhtilâlciler, yine daha çok düşük rütbeli subaylardan oluşuyordu. Tıpkı 27 Mayıs’ta olduğu gibi. Fakat o zaman son anda da olsa birkaç tane general bulunmuştu. Bu sefer de aynı arayış vardı; fakat generallerin çoğu, ihtilâle karşı durmuşlardı. Bu kez sıra yeniden ‘genç subaylar’daydı. En çok da albaylarda. Genelkurmay Başkanlığı’nda yapılan bir toplantıda; Genelkurmay Başkanı Cevdet Sunay, İnönü’nün başında bulunduğu koalisyon hükûmetinin desteklenmesini isterken ve politik sorunların bu şekilde çözüme kavuşacağını ileri sürerken, pek çok general de bu görüşleri desteklerken; pek çok albay, herkesin gözü önünde, Sunay’la siyasî tartışmaya girmekten çekinmiyordu. İhtilâlin dışında başkaca bir yol yoktu; aranması da doğru değildi. Bunu açıkça ifâde etmekten çekinmemişlerdi. En başta da Talât Aydemir.
İnönü, harb okulunda yalnız kalıyor
Elbette İnönü de bütün bu olan bitenden yüksek rütbeli komutanlar aracılığıyla haberdar oluyordu. 5 Şubat’ta Talât Aydemir’in komutanlığını yaptığı Harb Okulu’nu ziyaret etti. Sonuç, tam bir hayal kırıklığıydı. Aydemir, harbiyelileri İnönü’yü karşılamak için bile ortaya çıkarmamıştı! Neden çıkarsın ki, 9 Şubat’ta imzalanan ve pek çok yüksek rütbeli subayın da imzasını taşıyan bir protokol ile birkaç gün içinde darbe yapılması karar altına alınmıştı bile. Ne var ki, karşı ekip de, geç kalmadan tepki vermişti. İşin ilginç tarafı, aynı isimler bir toplantıda darbeye karar verirken; neredeyse birkaç saat sonra yapılan bir başka toplantıda bu karardan cayıyorlardı! Ordu içindeki güç dengesinin tam olarak ne olduğunu, o zaman da, bugün de hiç kimse tam olarak tarif edemez zaten. En ateşli ihtilâlcilerin bile bir başka toplantıda ihtilâlden cayması; tam bir karmaşa yaratmıştı. İhtilâl, her kademede, her toplantıda açıkça tartışılan bir şeydi. Neredeyse, Mısır’daki sağır sultan bile duymuştu.
Aydemir ve diğer albayların arzusu, yüksek komuta kademesinin de ihtilâle katılması ve ona önderlik etmesiydi. Yoksa, ordu içindeki hiyerarşi yine bozulacaktı. Bütün bu gelişmeler içinde elbette albaylar cuntasının tasfiyesi için de girişimde bulunulmuştu. Onların emekliye ayrılması için bir plân hazırlanmıştı. Ama bu plân da duyulmuştu. Ankara ve İstanbul’daki askerî birlikler, artık kim kimin yanındaysa, hepsi birden karşılıklı olarak ‘alarm’ vermişlerdi bile. İp kopmuştu.
Ve ihtilâl…
Aydemir ve arkadaşları, kimseden bir ‘hayır’ çıkmayacağını anlayınca; işin başa düştüğüne kesin olarak karar verdiler ve 21 Şubat akşamı Harb Okulu karargâhı darbeyi başlattı. Aslında buna mecbur kalmışlardı bir anlamda; çünkü karşı gruplar, ihtilâlci subayları önce komutanlıktan almaya kalkışmışlardı. Bunun sonucunda onlara emeklilik yolu da görünmüştü. İhtilâlcilerin teslim olmayı düşünmüyorlarsa, ihtilâli hemen o akşam yapmak dışında başkaca bir seçeneği bulunmuyordu. Öyle de yaptılar. Ama sanırım ellerinde doğru dürüst bir harekât plânı bile yoktu. Hükûmeti Çankaya köşkünde ele geçirmeleri mümkünken, bunu bile yapmadılar. Bizzat Aydemir, onların tutuklanmasına gerek görmemişti! Radyoyu ele geçirme girişimi bile fiyasko ile sonuçlandı.
Ve âkıbet
İhtilâlciler, ellerindeki gücün hızla karşı tarafa kaydığını gördüler. Muhtemelen ellerinde olduğunu düşündükleri güçler de, o kadar ellerinde değildi zâten. Kendilerine sunulan öneriyi kabul ettiler ve teslim oldular. Bu öneri, onları ordudan tasfiye ediyordu. Ama canlarını da bağışlıyordu. Hatta haklarında dava bile açılmayacaktı. İnönü, bizzat söz vermişti. Öyle de oldu zaten. Hemen ardından yetmişten fazla subay emekliye sevk edildi. Elbette pek çok komutanın da görev yerleri değiştirildi. Aydemir ve arkadaşları, artık sivildiler; günlerini Ankara Sıhhıye’de bulunan orduevinde geçirmeye başlamışlardı. Belki uzaktan bakanlar için durumu kabullenmiş gibi görünüyorlardı; ama sadece uzaktan bakanlar için… Bu sırada bir yıldan biraz uzun sürecek bir başka öykü başlıyordu çünkü…