Benim Türkiye’nin siyasi ahvaline dair şöyle genel bir teorim var:
Bu ülkenin hem siyasi yapısı hem de siyasi kültürü, epey otoriter, hatta ceberrettur. Tarihsel kökenleri de bulunan bu sorunu en çok tahkim eden şey ise, Kemalist rejim ve ideolojidir.
Bu otoriter yapıya en ısrarlı biçimde karşı çıkanlar da, kabaca “liberaller” denen gruptur. Dış dünyayı bildikleri, evrensel standartları tanıdıkları için, Türkiye’deki özgürlük ve demokrasi açığını iyi tespit ederler.
Ancak tam da bu kısmi “ecnebi”likleri nedeniyle, liberallerin çoğu topluma yabancı kalır. “Boğaza karşı viski” içerken, veya öyle yapmakla suçlanırken, sokaktaki adama dokunamazlar. Bu yüzden de kurdukları partilerin oyu yüzde biri bile bulmaz.
Dolayısıyla da, Türkiye’nin özgürlük ve demokrasi hamleleri, ancak liberal vizyonun geniş muhafazakâr kitlelerce benimsenmesiyle gerçekleşir.
Menderes ve Özal dönemlerinde oluşmuştur bu sentez. AK Parti döneminde ise zirve yapmıştır. AB kriterleri, hak ve özgürlükler, şeffaflık, sınırlı devlet gibi liberal hedefler, muhafazakârlarca da paylaşılmış ve bu sayede müthiş reformist bir on yıl yaşamıştır Türkiye.
Dahası, bu politik süreç sırasında çok kıymetli bir fikri eğilim de doğmuştur: Bazı dindarların, liberal fikriyatın İslami karşılıklarını, hatta köklerini keşfetmeleri.
Bu sayede, örneğin, Ermeni tehciriyle yüzleşmek fikri, liberal çevreleri aşmış, “Ehli Kitab’ın hakkı”nı vurgulayan İslami bir dayanak da bulmuştur.
Yahut Kürtlerin kültürel talepleri, farklı dilleri “Allah’ın ayetleri” sayan dini bir zemine kavuşmuştur.
‘Hayır sulhtadır’
Bu uzun “teori”den sonra, şimdi gelelim sadede.
Yakın zamana dek sadece liberaller veya solcular tarafından sahiplenilen bir kavram daha vardı Türkiye’de: “Barış”.
Öyle ki biber gazına maruz kalan solcu göstericiler “barış istiyoruz” diye bağırır, “barış anneleri” denince de PKK sempatizanları akla gelirdi.
Son iki yıldır da, sol kalemler, AK Parti’nin “barış” çabalarının sahte olduğunu, çünkü muhafazakâr hamurda kesif bir “militarizm” bulunduğunu ileri sürüyordu.
Oysa, yeni yılın başından bu yana iki ezber bozucu gelişme yaşadık.
Önce Başbakan, sol-liberallerin koro halinde dile getirdiği, “Erdoğan milliyetçi oylara gözünü dikti, 90’lara döndük” yakınmasını tuzla buz ederek, “örgüt”le yeni bir diyalog süreci başlattı. Barış kapısını yeniden araladı.
Ardından da Fethullah Gülen Hocaefendi, bir “paradigma devrimi” yaptı. Kur’an-ı Kerim’in “sulh” öğüdünü hatırlatarak şöyle dedi:
“Heyet-i İslamiye, heyet-i milliye arasında huzurun temini adına katlanılabilecek her şeye katlanmak lazım. Hayır sulhtadır, sulh her zaman hayırlıdır.”
‘Taviz’in erdemi
Dikkat edelim: Hocaefendi, taviz vermeyi ihanet sayan yaygın zihniyeti reddediyor, büyük bir değer olan “sulh”e ulaşmak için tavizler verilebileceğini vurguluyordu. “Gerekirse kan kusulması ama ‘kızılcık şerbeti içmiştim’ denmesi”ni öğütlüyordu.
Bu mesaj önemliydi ve önemini koruyacaktır. “Barış süreci”ne İslami bir meşruiyet kazandıracak, onu muhafazâkar kitlelerin gözünde daha kabul edilir kılacaktır.
Zaten Kürt sorunun anahtarı da buradadır. Çünkü, Yıldıray Oğur’un bu hafta STAR’dan Fadime Özkan’a söylediği gibi:
“Bu sorun ÖDP iktidarında çözülmeyecekti tabii ki. Türklerin de güvendiği, iki kişiden birinin oyunu almış büyük dindar seçmeni elinde tutan bir parti tarafından çözülecekti.”
İşte o seçmenin önünde artık bir “sulh” vizyonu var.
Bunun memlekete büyük “hayır” getireceğine ise kuşkum yok.