Bunca yıl birlikte yaşadığınız ve hayatınızın parçası haline gelmiş bir sorun; pekçoğumuzun beklemediği bir biçim aldığında şaşkınlıkların yaşanması normal. Ama sorunun en azından hafiflemesinden veya yönetilebilir hale gelmesinden rahatsız olmak, herhalde başka bir ruh hali olsa gerek.
Kuvvetle muhtemel çok azımız hatırlıyor sürecin bugünlere nasıl geldiğini. Mesela hatırlayalım. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın ‘gerekirse baldıran zehri içeriz’ sözü, barışla ilgili kararlılık ve fedakarlığın tarihe geçen ifadesiydi.
Esasen bu kararlılığın hikayesi birkaç yıllık da değil. Dün Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun hatırlattığı gibi 2005 yılında Erdoğan’ın Diyarbakır’da yaptığı konuşmayla başlayan bir süreçten söz edebiliriz.
‘Her ülkede geçmişte hatalar yapılmıştır. Her ülke geçmişinde zor günler yaşamıştır. Türkiye gibi büyük bir devlet ve güçlü ülkede pekçik zorluğun harmanından geçerek bugünlere geldik. O nedenle geçmişte yapılan hataları yok saymak büyük devletlere asla yakışmaz. Büyük devlet, güçlü millet kendisi ile yüzleşerek, hatalarını ve günahlarını masaya yatırarak geleceğe yürüme güvenine sahip millet ve devlettir.’
Yeri gelmişken 2011 yılında Tayyip Erdoğan’ın Diyarbakır’da yaptığı konuşmadan da birkaç cümle aktaralım:
‘Biz sizinle konuşurken statükonun diliyle asla konuşmayız, gönül diliyle konuşuruz. Ben bugün Diyarbakır’a sizlerle kucaklaşmaya, muhabbet etmeye geldim, dertleşmeye geldim. Van’da da söyledim, kardeşler arasında hesaplaşma yoktur, helalleşme vardır. Ben bugün sizlerle helalleşmeye geldim.’
***
Kuşkusuz, geçtiğimiz Cumartesi günü ortaya çıkan açıklama, tarihe geçecek bir adımdır, başlangıçtır. Sadece bugünkü siyasi pozisyonuyla değil, başından itibaren sürecin önemli aktörlerinden olan Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan’ın ‘Silahların bırakılmasına yönelik çalışmaların hız kazanması, tam anlamıyla bir eylemsizliğin hayata geçmesi ve demokratik siyasetin bir yöntem olarak öne çıkartılması konusundaki açıklamayı önemli görüyoruz’ diye özetlediği yeni durum, hem soğukkanlı davranmayı, hem de sürece yeni katkılar sağlamayı gerektiriyor.
Türkiye’de çatışma döneminin mimarları, sanıldığının aksine barış inşa edilmeye başlayınca hemen geriye çekilecek kadar güçsüz değil ne yazık ki. Başka bir ifadeyle, şiddet ve terör kıskacının getirdiği avantajlar üzerinden kendilerini tarif edenler, bu yeni durumu kolayca kabullenmeyecekler ve barışa giden yola mayınlar döşemeye devam edeceklerdir. O nedenle, silahların bırakılması yönünde tarihi bir çağrıya, akıllara durgunluk verecek tepkiler gösteren siyasetçi, akademisyen, gazeteci ve elbette perde arkasındaki bürokrasiyi hafife almamak gerekiyor. Çünkü gösterdikleri bu tepkinin operasyonel bir karşılığı var ve bunu harekete geçirmekte bir an bile tereddüt etmeyeceklerdir.
Ne zaman konu buraya gelse, Kürt siyasi hareketinin sözcüleri, devletten, statükodan ve onların hukuk dışı uygulamalarının ortaya çıkardığı tablodan söz ediyorlar. Elbette onlara hak vermemek elde değil. Lakin kabul etmeliler ki, az önce Tayyip Erdoğan’dan aktardığım cümleler, bu noktada siyasi iktidarın ciddi bir hesaplaşma gayretinde olduğunu gösteriyor. Sonuçları ortada.
Peki aynı hesaplaşma arzusunu Kürt siyasi hareketi içinde görebiliyor muyuz? Erken konuşmak istemiyorum, fakat yeni dönemin belki de en kritik sorusu bu. Barışa giden yolda, eylemsizliğin ardından silahların bırakılması çağrısı, sadece devlet ya da siyasi iktidar eliyle değil, bugüne kadar pekçok vesileyle birtakım odaklarla iç içe ve şaşırtıcı ittifaklar halinde olabilen PKK/HDP hattının da sorumluluğunda ilerleyecek. Ne kadar bunların dışında kalabildiklerini bu süreçte çok daha açık biçimde görme imkanımız olacak.