Barış süreçleri sancılı dönemlere işaret eder; zira kime sorulsa barışı istediğini beyan eder ama herkesin barış ortamından anladığı başka bir düzen olabilir. Akil insanlar heyeti olarak İç Anadolu’daki ilk durak olan Konya gezimiz, bu durumu gözlemlemeye imkan verdi.
İnsanların kökleri, alışkanlıkları, yaşam biçimleri, inançları ya da düşünceleri nedeniyle ayrımcılığa, baskıya ve zarara uğradığını görmezden gelerek yaşamayı seçip, sanki bu sorunlar yokmuş gibi davranılınca, bir süreliğine ‘barış’ ortamı olduğu düşünülebilir. Hele çatışmalar yaşanmıyor ve silahlar susuyorsa, barışın kalıcı olarak sağlandığına bile inanmak mümkün olabilir. Oysa kalıcı barış, toplumsal sorunları sivil yöntemlerle çözebilecek mekanizmaların, kanalların yaratılması ve bunun herkese açık olmasıyla sağlanabiliyor. Bugün içinden geçmekte olduğumuz süreç de buna işaret ediyor; kalıcı barış ortamlarını yaratacak siyasal ve sosyal yeniden yapılanma dönemine ihtiyaç olduğunu ortaya koyuyor.
Farklı toplumsal kesimlerin siyasi ve sosyal pozisyonlarını iktidar yapılarına göre belirlemiş ve hatta hala belirliyor olmaları, halklar arasındaki ilişkilerin temel dinamiği oluyor; sadece insan olmaktan kaynaklanan hak ve özgürlükler de ne yazık ki siyasi kutuplaşmaların konusu haline gelebiliyor.
Farklı yaklaşımlar
Barış süreci çerçevesinde yapılan görüşmelerde iki temel soru sorulduğunu gözlemledik. Bir kesim, barış süreci ‘bana hak ve özgürlüklerimi verecek mi’ diye soruyor; bu süreçte hak ve özgürlüklerine kavuşacağını düşünenler süreci destekliyor, şüpheli olanlar ise endişeli barışçı denebilecek bir tutum sergiliyor. Beklentileri, yeni yasal düzenlemelerle hak ve özgürlüklerin garanti altına alınması.
Diğer kesim ise ‘ne veriliyor, silahla yola çıkan kesim ne kazandı ve boşuna mı bunca şehit verildi’ diye soruyor. Bu kesim içinde süreci destekleyenler, barışın Türkiye’yi daha güçlü, daha zengin ve bölgede lider ülke yapacağını düşünüyorlar. Bu kesimin endişeli barışçıları ise ‘karşı tarafa’ güvenmek için neden olmadığını, dış güçlerin neler planladığını bilemediklerini ve komşu ülkelerin bu süreçteki tutumlarını konu ediyorlar.
Almak ve vermek üzerine kurulu bir dilin kalıcı barışa hizmet etmeyeceği açık. Bununla birlikte, herkesin aynı gemide olduğunu düşünenlerin çoğunlukta olduğunu hissetmek umut verici.
Ortak Proje
Umutları arttıran bir diğer konu ise bu süreç vesilesiyle her kesimin dönüp kendi içine bakmasını gerektiren bir durumun ortaya çıkması. Zira herkesin kendi barış projesi farklı olursa, bunun nasıl ortak bir proje haline getirileceği konusunun gündeme gelmemesi mümkün değil. Ortak proje ise herkesin aynı şeyleri düşünmesi ve hissetmesini sağlamaya yönelik girişimler değil, tam tersine farklılıkların özgürce yaşanabilmesini sağlayacak koşulların oluşturulması. Bu da demokrasi ile insan hak ve özgürlüklerinin evrensel standartları anlamına geliyor; kısacası mesele yurttaşlık düzeyinde tartışılmaya ihtiyaç gösteriyor.
Kesimlerden birinin ‘kardeşlik’, diğerinin ‘hak’ üzerinden ifade ettiği barış süreci, muhtemelen aynı beklentilere işaret etmiyor. Beklentileri ortaklaştırmanın yolu, herkesin bireysel düzeydeki ekonomik, sosyal, siyasi hak ve özgürlüklerinin garanti altına alınmasını talep etmeleriyle mümkün. Sorun ise herkesin kendisini ‘siyasetçi’ gibi görüp büyük meseleleri çözmeye kalkmasında. Hepimiz önce evimizin içini temizlesek, hem daha kolay olacak hem barışın daha kalıcı olması sağlanacak.