Sait Faik’ten ödünç aldım yukarıdaki repliği.
***
Geçtiğimiz 28 Şubat günü katıldığım bir toplantı, benim için dönüm noktası olacakmış meğerse, tahmin etmeden gitmiştim... Hayatı hiçbir zaman tahminler üzerine kurmamışım iyi ki, yoksa pek çok şeye cesaret edemezmişim, bir Müslüman kadın olarak başımı örtmeye karar verişim de böyle olmuş mesela. Geçtiğimiz yıl kalktı benim yasağım. 25 yıl olmuş, iyi ki durup da geriye bakmamış, saymamışım yılları. Bizimki de bir şey mi 1968’de Hatice Babacan’ın Ankara İlahiyattaki derslere başörtülü olduğu gerekçesiyle alınmayışını, Av. Emine Aykenar’ın 1972 yılında örtülü olduğu için Baro’dan atılışını hesap edersek, dile kolay 47 yıllık bir hukuk mücadelesinden bahsediyoruz demektir bu...
28 Şubat’ta katıldığım toplantıya dönecek olursak... Cumhurbaşkanımızın konuşmasıyla açıldı. Salonun 1200 kişilik koltukları, iki katlı amfisi, kapılardan taşan kalabalığı zor tutuyordu. 28 Şubat’lar 1000 yıl sürmez diyen coşkulu bir kalabalık... Hasbelkader son konuşmacı olarak, eski arkadaşlarımın pek çoğuna sağ salim kavuşmaktan da sevinçliydim, nice badirelere göğüs gererek geldiğimiz günlerin buruk kıvancıyla bir köşede büzülmüş seyrediyordum gelen geçeni... Hayatını bu yolda feda eden, bugünleri göremeyen arkadaşlarımın ruhları da oralarda geziniyormuş gibiydi sanki; Süreyya Yüksel, Macide Göç, Özlem Özyurt, Seheryusuf Bengisu, Güzeyya Bingöl... Bir kısmı çıktığı gurbetten geri dönemeyen, bir kısmı hasta, engelli, pek çoğu kayıp, isimsiz nice yoldaşlarımın ruhları da oradan sanki sessizce bize bakıyormuş gibiydi.
Cihan Aktaş’ın Tesettür ve Toplum adlı eserinde, benim Fil Yazıları adlı deneme’mde veya Saklı Kitap’ta anlatmaya çalıştığımız gibi, başörtülü kadınların zamana has dalgalanmalar içinde çıkış orijini aynı olsa da -Allah Rızası’dır bu- kuşaklar arası sosyolojide ciddi farklılıklar var... Sözgelimi Aktaş’ın 80’lerin 2. yarısından itibaren üniversite yasaklarına maruz kalan genç kadınlarla yaptığı mülakatlarda üniversiteye gidiş ve eğitimdeki ısrarlarını, dirençlerini, “daha iyi ve güçlü tebliğ” esasına dayandıran kızlar vardı. 2.kuşaktaki vurguysa; Fil Yazıları’nda bariz bir şekilde görüleceği üzere, tebliğ’den çok kimlikti bizim davamız. 3. kuşağın ayaklarını bastığı yerdeki ana vurguysa özgürlük’tü ... Bu dönemleri farklı vurgularına rağmen birbirinden kopuk veya karşıt olarak görmüyorum. “Primus inter pares” kuralı, her nesil için ayrı bir sosyolojiyi besler...
28 Şubat konulu buluşmada bariz bir şekilde beni kuşatıp sıkan şeyse, etrafımı saran memuriyet ve atanmaya dair taleplerdi. Allah hepsinin gönlündeki muradı versin. Lakin ben 25 yıllık mücadelemi memuriyet için vermemiştim, sosyal güvenliğim bile yoktu, kayıt dışıydım, bu hararete yabancı hissettim kendimi... Bir de milletvekili adayı olanların kendilerini Cumhurbaşkanımıza gösterme yarışı altında ezilme tehlikesi geçirdiğimizden, yahu ben burada ne arıyorum derken bulduk kendimizi... Cumhurbaşkanımızın ardından iki duayen gazeteci de derhal salonu terk ettikten sonra, biz bize kalmıştık, yani eskiden beri zaten başörtüsünün yanında duranlar...
Çıkışta, Haliç’in ayaz rüzgarına karşı, Eyüp Sultan’da yatan arkadaşlarıma Fatihalar okuyarak, yaşadığımız hayatın, hayattan çok geçmiş zamanlara has bir kıssa gibi, bir mesel gibi uçup gitmiş olduğunu fark ettim... Gönlüm rahat. Sadece benden evvel buradan geçmiş arkadaşlarımdı özlediğim. Eteklerimdeki tozu silkerek yürüdüm...
***
Sait Faik’in “Bir Takım İnsanlar” adlı öyküsü (aslında gazete yazısıdır) güzeldir... Karlı bir kış gecesi, sırtında belini iple sardığı yıpranmış ince hırkası, ayaklarına potin yerine geçirdiği çuvallarla hışırdayarak yanınıza gelen bir garip işçi “Ağabey” diye sorarsa size... “Bana benzeyen bir takım adamlar geçti mi buradan”...
Sakın şaşırmayın. Size benzemese de bir takım başkalarına benzeyenleri hep olacaktır hayatın...