Aziz Nesin’in ‘Yaşar, Ne Yaşar Ne Yaşamaz’ hikayesine döndü iş. Ergenekon ve Balyoz ‘Ne Yaşar Ne Yaşamaz’ diye bir komedi yazılsa, Aziz Nesin’in o muhteşem hikayesini sollar.
Ergenekon soruşturmaları başladığında, Ergenekon’un Fırat’ın ötesindeki faaliyetlerinin de soruşturulacağını ve gündeme geleceğini düşünmüş, gerçek bir hesaplaşma yaşanacağını umut etmiştik.
O günlerde, soruşturmaları yürüten emniyet komiserlerinden biri benim de kapımı çaldı. Önce telefonla görüştük. Söylediğine göre, savcılar faili meçhul kalmış cinayet dosyalarını tozlu raflardan indirip, bu cinayetleri yeniden soruşturmaya başlamışlardı. Benim aranmamın sebebi de buydu. Musa Anter cinayeti hakkında bilgilerime yeniden başvurulacak ve bir tanık ve mağdur olarak dinlenecektim. Sözleştiğimiz günde Ankara Emniyeti’nde buluştuk. O buluşmayı, aramızda geçen diyalogları, geçen sene çıkan, ‘Kuşatmadan İnfaza Musa Anter Cinayeti’ isimli kitabımda anlattım. İstanbul’dan gelen komiserin, ifadem alındıktan sonra, söylediklerini hiç unutmuyorum. ‘Bu öyle bir mücadele ki, eğer kazanamazsak hiçbirimiz sağ kalamayız, bizi yok ederler.’
***
Ergenekon soruşturmaları, Balyoz davası ve diğer darbe girişimlerinin açığa çıkarılması bu bilinç ve anlayışla yürütüldü.
Sonrasında ortaya saçılan bilgiler, öfkeli generallerin zaman zaman yaptığı ve herkesi dehşete düşüren açıklamalar, İmralı üzerinden Kürt hareketine yapılan sert müdahaleler Kandil’de alınan savaş kararı, darbe olur ve kötülük ülkenin bir başından bir başına kol gezmeye başlarsa, neler olabileceğini açıkça ortaya koyuyordu.
İlk işaretler daha 2007 Ocak ayında verilmiş, Hrant Dink katledilmiş, Türkiye Rahip Santoro cinayeti, Zirve katliamı, Danıştay saldırısı, ve birdenbire dağlarda ve peş peşe basılan karakollarda hayatını kaybeden Türk ve Kürt gençlerinin cenaze törenlerinde yükselen, karşılıklı etnik hınç ve öfkeyle sarsılmıştı.
Yüzyıl öncesinden değil, üç beş yıl öncesinden söz ediyorum ve medyanın, siyaset erbabının tutumuna baktığımda, hayretler içinde kalıyorum.
Meğer, Türkiye’de Ergenekon ve Balyoz davalarının başlamasını sağlayan bir siyasi irade yokmuş da bu davalar, baştan sona, sahte bilgi üreterek, orduyu hallaç pamuğuna çevirmek isteyen emniyet ve yargının marifetiymiş..
Bu mudur yani?
Türkiye’nin altın kıymetindeki son çeyrek yüzyıl tarihi, hafızanın itinayla silindiği medya sayfaları, kime hizmet ettiği belli olmayan köşe yazıları üzerinden mi yazılacak?
Bu ülke adil yargılanma hakkını meğer ne çok seviyormuş da haberimiz yok..
Sevsinler adil yargılanma sevdanızı!.
Keşke samimiyetinize inanabilsek.
***
DEP’liler yaka paça meclis kapısından alınıp Ulucanlara tıkıldığında, 12 yaşındaki Uğur Kaymaz’ı, 13 kurşunla ve babasıyla beraber öldüren polisler oy birliğiyle beraat ettiğinde adil yargılanma hakkını savunmaktan kendini paramparça eden zevatın, acaba, sesini duyan oldu mu?
Hrant Dink’i, Ahmet Kaya’yı ölüme yollayan o manşetleri atan gazeteler, şimdi bize adil yargılanma üstüne felsefi ve hukuki metinler döşüyorlar, utanmadan ve sıkılmadan..
Elbette adil yargılanmalı insanlar, elbette kurunun yanında yaş yanmamalı. Ama, bu yargılanan insanların, darbe suçu gibi, insanlığa karşı işlenmiş bir suçu işlemek üzere AK Partinin iktidara geldiği 2002 yılından başlayarak on yıl boyunca, darbeye kafa yorduklarını ve ciddi mesai harcadıklarını görmezlikten gelmemize yol açıyorsa, muktedirlerin yeni ‘oyun planı’ böyle kuruluyorsa oturup düşünmemiz lazım..
Demek her şey bir yalandan, bir seraptan ibaretmiş, uyandık ve bir de baktık, özel mahkemelerde sağlam mevziler elde etmiş birkaç hakim, savcı ve emniyetçi her şeyi ele geçirmiş öyle mi?
***
Dün Ergenekon ve Balyoz’un sahiciliğine, hakikatine inanmamız isteniyordu.
Bugün yüzümüze tokat atılarak, inandığımız hakikatlerin bir yalandan ibaret olduğuna inandırmak istiyorlar bizi.
Tuhaf zamanlardan geçen tuhaf bir ülke burası..
Cumhuriyetin kuruluşundan 1960’tan sonra sürekli darbe rejimi içinde tutulan Türkiye’nin bu haliyle bir ‘darbeciler cenneti’ olduğunu söylemek abartı olmaz.
Ama cennetin kapıları, 2002 yılında başlayan yeni dönem içinde birer birer kapandı.
27 Nisan, Ergenekon, Balyoz darbe girişimleri, Türkiye halkının siyasi iradesine çarptı.
Türkiye, darbeler süreciyle, bütün eksiklerine rağmen yüzleşebileceğini, darbelerin hesabını sorabileceğini göstermiş oldu.
Bunu tek kelimeyle İslami uyanışa ve bu İslami uyanışın demokrasiyle, sivil siyasetle buluşmasına ve buluşmanın iktidara taşıdığı hükümete borçluyuz.
Siyasi irade olmasaydı, ne Ergenekon ne Balyoz davaları açılamaz ve Türkiye daha önce yaşadığı darbelerden daha korkunç bir darbe ortamına sürüklenirdi.
Darbeciler bu defa bu ülkeyi bir arada tutmayı asla başaramazlardı.
Bölünürdük. Yüzyıl sürecek bir etnik ve mezhepsel çatışmanın içine yuvarlanırdık.
Türkiye; Arjantin, Yunanistan, Şili gibi ülkelerin daha erken bir tarihte yaşadığı tarihi süreçleri, darbelerle, hesaplaşmayı bu ülkelere göre epey geç bir tarihte yaşadı. Çünkü be hesaplaşmayı mümkün kılacak bir siyasi irade hiçbir zaman olmadı. AK parti iktidarına gelinceye kadar.
Darbecilerin suçu kabule yanaşmadığı, inkarı sürdürdüğü ve darbe suçunu bir kahramanlık gibi gören güçlü bir kamuoyunun varlığı her zaman söz konusuydu. 12 Eylül askeri darbesi, ancak 30 yıl sonra yargıya taşınabildi.
***
Mahkemelerin darbe suçları için aldığı kararlar elbette önemlidir. Ama bu kararlardan daha önemli olan bir şey var:
Kamuoyu vicdanı.
Ergenekon ve Balyoz’un salt üretilmiş delillerle oluşmadığını kamuoyu çok iyi biliyor.
Adil yargılanma herkesin hakkı. Ama bu hakkın, üretilmiş delillerle yok edildiğini söylemek darbe suçunu görmezlikten gelerek gizlemeye çalışmak, bu ülkenin siyasi hafızasına saygısızlıktır. Üretilmiş deliller bir yana, aslında Ergenekon ve Balyoz davalarında savcıların görmezden geldiği ve sanıkların Güneydoğu’daki görev yıllarına tekabül eden suçların ve bu suçlara ilişkin delillerin üstünün örtüldüğü yani Fırat’ın öte yakasındaki Ergenekon faaliyetlerinin yargıya taşınamadığı bir yargı süreci işlemiştir.
Türkiye’de, darbelerle yüzleşmenin en kusurlu yanı da bu olsa gerek. Yazık ki bu kusurun telafisi için, insanın sarılabileceği bir umut, güven duyabileceği bir gelişme de yok ortada.
Darbecilerle hesaplaşma ve yüzleşmede, farklı ülkelerde çok farklı model ve anlayışlar söz konusudur.
Türkiye de elbette yıllarca kendi yolunu bulmanın arayışı içinde oldu.
AK Parti iktidarı döneminde de bu arayış keskin bir mücadele ve bu mücadelenin sonucunda yargıya taşınan darbe suçları hakkında açılan birçok davayla sonuçlandı.
***
Siyasi irade olmadan, Türkiye’de hiçbir yargıç, ordunun muvazzaf ve emekli kademesinde bulunan yüzlerce kişiyi yargılama cesareti gösteremezdi. Bu yargıç ve savcıların bir kısmının bugün paralel yapılanma içinde yer almakla suçlanıyor olması, ve devlet içinde faaliyet gösteren bir yapılanmanın, Ergenekon sürecinde belirleyici bir rol oynamış olmasının açığa çıkmış olması, bu gerçeği ortadan kaldırmaz.
Balyoz’dan tahliye edilen sanıklar, medya huzurunda tehditler savuruyor, hakaretler yağdırıyorlar.
Özel yetkili mahkemelerde görev yapan savcı ve hakimlerin yargılanmasını talep ediyor, adil yargılamanın ihlaline dayanan Anayasa Mahkemesi’nin kararını, bir kısım medyanın desteğiyle kamuoyuna bir beraat kararı olarak sunuyorlar.
İntikam alacaklarını, ‘namussuzlar’dan hesap soracaklarını medya huzurunda açıkça ifade eden darbecileri bu koşullarda yeniden yargılamak cesaret ister.
Beyaz bir sayfa mı açılıyor, yoksa Türkiye’nin toplumsal barışı için, halktan darbecileri affetmesi mi isteniyor, hiç belli değil.
Çünkü yargılananların hiçbiri şimdiye kadar suçu kabule yanaşmadı. Suçu inkar üstüne kurulu savunmayı tüm sanıklar temel savunma biçimi olarak benimsedi.
Oysa affetmek ve helalleşmek, hiçbir şekilde inkar ve unutma üstüne inşa edilemez.