Balyoz Davası uzun süredir gündemde. 2003 yılında Birinci Ordu Komutanlığı’nda gerçekleştirilen tatbikatın aslında bir darbe planı olduğu iddiaları yargı önünde.
Tam 365 subay yargı önünde ve bunun 250’si tutuklu.
Savcı, delillerin değerlendirilmesi aşamasını atlayıp esas hakkında mütaalasını sundu, bu gelişme de davanın başından bu yana delillerin ‘imal edilmiş’ olduğunu ileri süren savunmanın bu iddialarını kanıtlama hakkına ağır bir darbe oldu.
Bu gelişme, Türkiye yargılamasındaki bir uygulamanın ihlali anlamına geliyor ve kararın Yargıtay tarafından öncelikle usul açısından bozulacağını gösteriyor.
Davanın yeni baştan başlaması, tutuklu yargılanan veya yargılama nedeniyle terfi hakları ellerinden alınan askeri personel açısından yeni bir mağduriyet ortamı yaratacak gibi görünüyor.
Bu davaya bakınca ilk göze alınması gereken gerçek şudur; Bu tatbikat gerçekten de savcının iddia ettiği gibi bir darbe provası olabilir.
Ancak, Türkiye toplumunu, Silahlı Kuvvetleri’nin yapısını bilenler ki, ülkemizdeki zorunlu askerlik uygulaması nedeniyle bu toplumun tamamı anlamına geliyor, tatbikat nedeniyle bu kadar geniş bir kesimin mağdur edilmesinin mantıklı olmadığını görür.
Evet, yasalarımızda ‘kanunsuz emre’ uyulmaması gerektiği yolunda hüküm var ama Silahlı Kuvvetler uygulamasında bunun mümkün olmadığını herkes bilir.
Ne yapacaktı o yarbaylar, albaylar, tuğgeneraller, “Burada yasadışı konular ele alınıyor, biz bu tatbikata katılmayız” mı diyecekti?
Bu ancak filmlerde olur.
Türkiye yargısı, kendisinin askeri darbe ve darbe girişimleriyle ilişkisine bakarsa bu gerçeği daha net görür. Yani, Ergenekon davası başlayana kadar hiçbir savcı bu konuda adım atamamıştı.
Atanların başına 12 Eylül davasını yıllar önce açan savcının başına gelenler gelmiş ve meslekten atılmıştı.
Yani, tatbikatın yapıldığı 2003 yılında yargının darbeleri soruşturma gücü yoktu.
Kendisinin bu durumunu bilen yargı mensuplarının, emirlere uyan tüm askeri personeli darbe zanlısı yapmanın mantığını anlamak zor.
28 Şubat döneminde kimi subay ve astsubay, inançları, eşlerinin kıyafet tercihleri nedeniyle, hukuksuz biçimde ordudan atıldı, kamuda yeni bir iş edinmeleri engellendi.
İnsanların hayatı yıkıldı, aileleri perişan oldu.
O zamanın uygulamaları emir-komuta zinciri içinde oluyordu, bugün yargı eliyle oluyor gibi.
Geçmişin yanlışları bugünün rövanş duygularına yol açmamalı.
Türkiye, Suriye’de ne yapabilir?
Rusya’nın devreye girmesi sonucu Şam, Annan Planı’na uyduğunu ve ağır silahlarını kentlerden çektiğini açıkladı.
Sınırda meydana gelen olayı uluslararası toplumu harekete geçirmek için kullanmayı amaçlayan ve bu nedenle Dışişleri Bakanı Ahmet Davudoğlu’na Çin gezisini yarıda kestiren hükümetin çabalarının sonuç vermeyeceğinin bir göstergesi bu.
Türkiye, iktidardaki bir Esad’ın kendisi için artık ciddi bir tehdit oluşturduğunu bildiği için Şam’dan yapılan hiçbir açıklamaya itibar etmeme durumunda.
Sınırdaki ateş açılma olayını da bu amaçla kullanmak niyetindeydi ama Şam’ın duruşu bunu zorlaştırdı.
Uluslararası toplumun, başta Amerika olmak üzere Suriye konusunda acil harekete geçme niyeti de, gücü de yok.
Ayrıca, Rusya, Irak’ın Şii hükümeti ve İran, tüm ağırlıklarıyla Esad rejiminin arkasında.
Bu tablo da, Türkiye’nin ikili anlaşmalardan doğan haklarını kullanarak Suriye’ye müdahil olmasını zorlaştırıyor çünkü bunu yapmak Rusya ve İran’ı doğrudan karşımıza almak anlamına geliyor.
Bu nedenle Suriye’de zayıflamış Saddam dönemine benzer kaotik bir süreç başlıyor diyebiliriz.
Teşvik!
Çocuğunuzu daha fazla çalışıp daha iyi not alması için, futbolcunuzu maçları kazanması, çalışanınızı daha iyi performans göstermesi için teşvik edersiniz.
Türkiye Cumhuriyeti’nin ekonomik kalkınma tarihi zaten adı konulmamış bir teşvik sistemidir, dönemin ‘Devlet eliyle sermayedar’ yaratma politikasının anlamı, Ankara’nın İstanbul sermayesini devlet eliyle yaratmasıdır.
Bu politika kaynakların kısıtlılığı nedeniyle, başta Güneydoğu olmak üzere Anadolu’nun ihmali anlamına geldi.
Bugün devlet, 80 küsur yıllık politikasını Doğu’da uygulamaya geçiyor ve doğru yapıyor.
Bölgelerarası dengesizlik giderilmeden sadece hukuk reformuyla da barış sağlanamaz.