Balyoz davası yeniden görülüyor.
Bu süreçte Yargıtay kararına rağmen Balyoz davanın yeniden görülmesine başlanmasını, bu amaca yönelik ya da böyle bir sonuç veren, çıkan kanunu doğrusu çok iyi anlayamadım, muhtemelen hukuk bilgimin düzeyi buna yetmiyor; Aziz Yıldırım davasının da yeniden başlamasını, tüm süreçler bitmiş iken, çok iyi anlayamadım.
Her şüphenin sanık lehine yorumlanması temel ilkesine büyük saygım var ama bu “sil baştan”ların biraz fazla karışık bir sürece tekabül ettiklerini de görmemek mümkün değil.
Hukuk bilgimin bazı konulara yetmeyebileceğini daha önce belirttim ama yine yeniden görüşülmeye başlanan Balyoz davası hakkındaki fikirlerimi sıradan bir vatandaş olarak bir kez daha arz etmeye gayret edeceğim.
Bu davada beni en çok rahatsız eden konu suç kavramı konusunda taraflar, yurttaşlar arasında bir görüş birliğinin oluşmamış olmasıdır.
Biri gider başkasını sokağın ortasında öldürür, yakalanır, sanığın avukatı bu davranışın bir suç olmadığını değil, müvekkilinin bu suçu işlemediğini iddia eder, savunmasını bu temele oturtur ya da ortaya hafifletici sebepler koymaya çalışır.
Balyoz davasında ise durumun biraz bu klasik süreçlerden farklı işlediğini düşünüyorum.
2002 senesinde AK Parti tek başına iktidara geldi, 2007 senesinde ise Çankaya’ya Sayın Gül çıktı.
Türkiye böylece ilk kez hem başbakanlıkta hem Çankaya’da eşleri türbanlı bir Başbakan ve bir Cumhurbaşkanı manzarasıyla karşı karşıya geldi; Bakanlar Kurulu ve üst düzey bürokrasiyi saymıyorum bile.
2003 sonrası gündeme gelen o çok başarılı reformlar süreci, Kıbrıs meselesinde AK Parti’nin o tarihlerde aldığı ve bence çok doğru tavır, Denktaş ve politikalarıyla araya konan mesafe, AB sürecinde alınan mesafe, bunları da bir kenara yazın lütfen.
Hukukta son günlerde çok duyduğumuz bir kavram var: “Olayların hayatın gündelik akışına uygun olup olmaması”.
Yukarıda belirttiğim süreçte benim bildiğim Genelkurmay’ın sessiz, pasif kalması, kendini siyasi otoriteye mutlak bağlı bir bürokratik birim olarak tanımlamış olması hukukta o son günlerde çok duyduğumuz “olayların hayatın akışına uygun olması” ilkesine bile ters kaçıyor gibime geliyor.
İşin üzücü ve olumsuz anlamda ilginç yanı ise toplumun yaklaşık yüzde otuzluk bir kesimimin bu süreçte askerin siyasi otoriteye mutlak olarak bağlı olması temel ve evrensel ilkesinden rahatsız oluşları.
Başka bir ifade ile de militer bürokrasinin seçilmiş meşru siyasi otoriteyi denetlemeye kalkışması eyleminin yani bir evrensel suçun bizde bir kesim tarafından ve en çok da militer bürokrasinin büyük bir bölümü tarafından objektif bir suç olarak görülmemesi ülkemiz Türkiye’nin büyük bir talihsizliği.
Hala Kenan Evren anayasası ile yönetiliyor olmamız ve bu durumun çok büyük bir meşruiyet ihlali olduğunu iliklerimize kadar hissetmememiz, bu anayasanın kirli organlarına ve faaliyetlerine hala sahip çıkmamız aslında özetle bu acaip durumun yani militer bürokrasinin siyasi tavrının meşru görülmesinin sanıldığından daha da fazla kişi ve kurum tarafından anlaşılır bir şey olarak görülmesinden.
O iğrenç 27 Nisan muhtırasının hala yasal bir sürece konu olmaması da muhtemelen benzer nedenlere dayanıyor.
Benim hukuksal bir temele dayanmayan kişisel kanaatim bu pis darbe süreçlerinin sorumlularının geçtiğimiz altı, yedi sene içinde yeterince cezalandırılmış olduklarıdır; keşke meseleyi bir af çıkararak çözebilmiş olsa idik.
CD meselelerine, teknik konulara da hiç aklım ermediğinden yazdıklarım sadece sıradan bir tespitten ibaret; 27 Nisan sürecinin cezasız kalması da Balyoz davasının sanıklarının artık rahat bırakılması görüşümü hakkaniyet açısından destekliyor.
Temel iki sorun var: Birincisi suçun niteliği hakkında ortak bir görüşümüz yok, ikincisi ise darbe sanıklarının yargılanıyor ama 12 Eylül darbesinin anayasası ile yönetiliyor olmamız.