Eskiden sık gördüğüm bir kabustu gözlerimi kaybetmek. Görememek nasıl bir haldi?İnsan sürekli karanlıkta mı yaşar, yoksa bitmek bilmeyen bir gecenin ortasında mı diye uzun uzun düşündüğümü hatırlıyorum uyandığımda.
Şimdi bu kabusları görmüyorum. Dünyayı, olup biteni eskisinden daha fazla ‘gördüğüm’ için mi, yoksa tam tersine görmekle görmemek arasındaki ayrımı yitirdiğim için mi? Bilemiyorum. Şimdi sadece bakmakla görmenin, görünenle gerçeğin bir ve aynı olmadığını kavramaya çalışıyorum. Hepsi o kadar.
Önümüzde durmaksızın akıp giden hadiseleri, bunları ortaya çıkaran aktörleri, böylesine baş döndürücü bir hızın ortasında ‘görmek’ mümkün mü gerçekten? Bakıyoruz, peki görüyor muyuz? Gördüklerimiz, bize gösterilenin ötesine geçebiliyor mu?
Sıkıntılı, ama görüp anlamaya çalıştığımızdan çok daha sıkıntılı bir dönemden geçiyoruz. Böyle anlarda durup ‘nereye gidiyoruz, gittiğimiz yer bizim seçtiğimiz bir hedef mi, yoksa sürükleniyor muyuz’ diye sormak, deyim yerindeyse kendimizi şöyle bir tutup silkelemek, bizi bin türlü beladan koruyabilir.
Yürüyen hata yapar, kazaya uğrar. Sıkıntı yaşar, eksiği de olur, yanlışı da. Ama aslolan yürürken, yola devam ederken kendinizi gözden geçirmektir. Karar verip azmetmek ve bunun üzerine yola çıkmak en hayırlısıdır. Ama karar alırken çizdiğiniz yolun size ait olup olmadığını tartmanın da kimseye zararı olmaz.
Türkiye, yakın tarihinde belki de hiç karşılaşmadığı kadar sert, bir o kadar da karmaşık bir hesaplaşma yaşıyor. Bu toprakların hiç olmazsa iki yüzyıllık hikayesinden haberdar olanlar için olup biten elbette sürpriz değil. Ama bunu görenlerin sayısı bir avuç olunca, herşeyi bugün ortaya çıkmış gibi algılıyoruz. O yüzden etrafımız ‘başımıza bu da mı gelecekti, bunları da mı görecektik’ diyenlerle dolu.
Ne bunları ilk kez görüyoruz, ne de bundan sonra arkası kesilecek. II. Abdülhamid’in hayatı, ‘hal’ fetvasına kadar giden hadiseler, o fetvanın altında imzası olanlar, o imza sahiplerinin temsil ettiği anlayış, bu anlayışların günümüze kadar gelen takipçileri; bir kez daha, ama bakarak değil, görerek okunursa başımıza gelenleri daha iyi anlama imkanı bulabiliriz. Bugün sahnede gördüğümüz kavganın yeni olmadığını, tuhaf ve bir o kadar da şaşırtıcı benzerliklerle bugüne taşındığını görebiliriz.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ı, demokrasi, özgürlük ve benzeri başlıklar üzerinden hedef tahtasına oturanların, gerçekten adalet ve özgürlük talebiyle yola çıktıklarını düşünen varsa; ya tarihten haberi yok, ya anlayacak kadar aklı. En tehlikelisi ise, tam da bu operasyonun bir parçası olarak sahnede olmaları.
Tayyip Erdoğan, kimilerinin sıkça dudak büküp küçümsediği, kendim de dahil bu ülkede yaşayan milyonlarca insanın sahip olduğu bir tarih algısıyla büyüyen ve zihni şekillenen bir lider. Bahsettiğim tarih anlayışına efsane dersiniz, tevatür sayar, abartılı bulursunuz ya da dayanaksız görürsünüz. Olabilir. Ama bugün Erdoğan’ı bunca operasyona karşı ayakta tutan ve diri kılan da bu anlayışın getirdiği sağduyu ve buradan beslenen duruş.
O tarih anlayışını ve oradan beslenen sağduyuyu parçalamak için popüler televizyon dizileri dahil pekçok yöntemin denenmesi tesadüf değil elbette. Millet, bu anlayışın içinde, eski deyimle tevatür ve esatir olduğunu elbette biliyor. Ama orada sahip çıktığı bunlar değil, bunların ardında yaşayan sağduyu ve onurlu duruş.
Bakmakla görmek arasındaki farkı bir kez daha düşünelim. Gördüklerini, kendisine gösterilenden ayırmayı bilen, kimilerine göre okuması yazması bile olmayan (!) milletimizin, sadece duruşu ve tercihleri bile, yola çıkarken bize menzile ulaştırmaya yetecek kadar derin ve zengin.
Bakıp görmesini bilenlere.