Tarih, 12 Temmuz 2016. Darbeden üç gün önce... Kemal Kılıçdaroğlu CHP grup toplantısında konuşuyor.
Her bakımdan ilginç bir konuşma...
Hem içeriği, hem de sözcüklere yapılan vurgu itibariyle.
Konuşmayı ilginç kılan hususlardan biri de, Kılıçdaroğlu’ndaki misli görülmemiş özgüven.
Öyle kendinden emin sözler sarf ediyor, muhataplarını eleştirirken öyle benzetmeler yapıyor, öyle ithamlarda bulunuyor ki, insan “Sahiden Kılıçdaroğlu mu bu? Bu ne rahatlık?” demekten kendini alamıyor.
Neler konuştuğuna birazdan geleceğim. Önce bir-iki noktanın altını çizmem gerekiyor.
BİR:
Dünkü yazımda da hatırlatmıştım: FETÖ tapelerini ve illegal dinleme kayıtlarını dolaşıma soktuğu günlerde, bir televizyoncu kendisine şöyle bir soru yöneltmişti: “İllegal dinleme kayıtlarını sıkça dinlettiniz. Bu konuda hukuka bağlı kalmak gerekmez mi?”
Kılıçdaroğlu, bütün beşeri yasaların suç saydığı, ahlaken de büyük problem teşkil eden bu eylemini (daha doğrusu bu düşüklüğü) şöyle savunmuştu: “Şimdi bakınız... Toplumsal yarar denen bir kavram var...”
İKİ:
Henüz 17/25 Aralık girişimi gerçekleşmemiş... Habertürk sunucusu Didem Arslan Yılmaz soruyor: “Poliste veya yargıda cemaatin hakim olduğuna dair görüşler var, size böyle bir rapor geldi mi? Poliste veya yargıda böyle bir örgütlenme var mı?”
Kemal Kılıçdaroğlu’nun cevabı, inanmayacaksınız ama aynen şöyle: “Elimizde böyle bir veri yok. Ben bir belge görmeden anlatımlardan yola çıkamam... Benim bir şeyi dillendirmem için bir kaynak, bir belge olması lazım.”
Elinde bilgi ve belge ve olmadan FETÖ hakkında konuşamayacağını beyan eden (bir terör örgütünün hukukunu koruyan) Kılıçdaroğlu, 12 Temmuz 2016 tarihli grup toplantısında bu hassasiyeti gözetmedi.
Elinde bilgi ve belge olmadığı halde, AK Parti iktidarını DEAŞ terör örgütüyle ilişkili gösteren bir dizi yalanı peş peşe sıraladı.
Neler mi söyledi?
İktidarın DEAŞ terör örgütüne yardım ve yataklık yaptığını... DEAŞ’ın eğitim, transfer ve lojistik desteğinin Türkiye’den sağlandığını... MİT TIR’larıyla DEAŞ’a silah gönderildiğini... Bazı DEAŞ militanlarının Türkiye hastanelerinde tedavi gördüğünü... DEAŞ yetkililerinin “Teçhizatımız ve tedarikimiz Türkiye üzerinden sağlanıyor” itirafında bulunduğunu... 12 Ağustos 2012 tarihinde Washington Post gazetesine açıklama yapan bir başka DEAŞ yetkilisinin, “Bize savaşın başında katılan savaşçıların büyük bölümü Türkiye’den geliyor, ayrıca bütün tedarikimiz Türkiye tarafından sağlanıyor” dediğini... Türkiye’nin DEAŞ’tan petrol aldığını... Musul Konsolosluğunu basılması talimatını veren DEAŞ’lı Muhaser Ebu Muhammed’in 16 Nisan 2014’te Hatay’da tedavi gördüğünü...
Kılıçdaroğlu, o gün grup toplantısında bu yalanları söyledi ve hiç utanmadı. “Biz konuşurken onlar gibi mideden atmıyoruz, halkın deyimiyle işkembeden atmıyoruz, belgesi var, bulgusu var, elde delillerimiz var, ona göre konuşuyoruz” demeyi de ihmal etmedi.
Fakat o belgeleri bir türlü açıklayamadı.
Üzerinden bir yıl geçtiği halde “bulgularını” somutlayamadı.
Konuşmasının ilk bölümü daha da ilginç...
Bir konuşmadan daha fazlası...
Bir manifesto.
Bir “ültimatom.”
Söylediklerini ilginç kılan husus şu:
İktidara yönelttiği suçlamaların tümü (özellikle “yargının siyasallaşması” meselesi) ve üç gün sonra “Yurtta Sulh Konseyi”nin bildirisinde karşımıza çıktı.
Bildiriyle konuşma arasında öyle “benzerlikler”, öyle ortaklıklar var ki, insanın aklına şu tür sorular üşüşüyor: “Malum konsey mi Kılıçdaroğlu’ndan etkilendi? Kılıçdaroğlu’nun konuşmasını kaleme alan ByLock’çu danışmanları mı malum konseyden etkilendi? Yoksa iki tarafı da etkileyen ortak bir ‘akıl’ mı var?”
Hangisi?
Kılıçdaroğlu’nu yürüyüşe zorlayan “Enis Berberoğlu davası”nı hatırlayalım:
Engin Altay’ın da itiraf etmek zorunda kaldığı gibi, Kılıçdaroğlu’nu yollara düşüren bu davada (daha doğrusu davaya konu olan MİT TIR’ları hadisesinde) amaç, Erdoğan’ı uluslararası mahkemede “savaş suçlusu” olarak yargılatmaktı.
Bu bilgiler ışığında tekrar bakalım:
Kılıçdaroğu darbeden üç gün önce niçin öyle şeyler konuştu?
İki tarafı da etkileyen ortak akıl kim?