Türkiye'nin kanayan yaralarından birisi pek gündeme gelmese de yasa dışı bahis meselesi. En son, Adana, Antalya, Elazığ, Manisa ve Ankara merkezli 18 ilde düzenlenen 'Sibergöz-30' operasyonlarında 40 şüphelinin yakalandığı açıklandı. Peki polisiye önlemlerle nereye kadar yol alınabilir? "Vatandaş neden yasa dışı bahis oynuyor?" Sorusuna da biraz kafa yormak gerekmez mi?
Zira yasa dışı bahis sebebiyle Türkiye'nin milyarlarca doları yurt dışına kayıt dışı yollarla giderken, hem cari açık artıyor, hem de devlet vergi kaybediyor. Bu konuda irili ufaklı çeteler oluşuyor, üstüne gençler ayda iki üç bin lira gibi paralar karşılığında banka hesaplarını bu çetelere kiraladığı için ağır para cezaları ile karşılaşıyor; hatta sabıkalı hale düşebiliyor.
Öncelikle şunun altını çizelim. Yasa dışı bahsi övecek değiliz.
Ancak yurt dışı kaynaklı bu siteler, hemen her yerde karşımıza çıkıyor.
Hatta cep telefonları ile milleti arayıp üye yapmak için temasa geçenler dahi oluyor. Size bin liranıza bin lira bonus, kuponunu istediğin anda bozdurma, penaltı dışında her an bahis yapabilme, neredeyse her spor ve lige bahis yapabilme imkânı veriyorlar. Oranlar da Türkiye'ye göre çok ama çok daha yüksek.
Oysa Türkiye'de çok sayıda bahis sitesi var gibi görünse de hepsi aynı kaynaktan yönlendiriliyor. Ayrıca düşük oranları, sistemin sık sık dondurması, kuponların reddedilmesi, iptal edilen kuponlar, kupon oynandığı anda düşen bahis oranları gibi birçok sorun bulunuyor. Örneğin yurt dışı bahislerde son on dakikaya girilirken, gol olur oranı 3'e çıkarken Türkiye'de 1,8'lerde kalıyor. Türkiye'deki sistemin verdiği bonuslar da yurt dışı ile kıyaslandığında devede kulak bile değil. Bu yüzden sadece polisiye önlemlerle çözüm aramak yerine bu alanı rekabetçi hale getirmek hem yurt dışına yasa dışı yollarla kaçan dövizin, hem vergi kaybının hem de gençlerin küçük kazançlar için sabıkalı olmasının da önüne geçilecektir. BM verilerine göre dünyadaki yasa dışı bahis pastası yaklaşık 1 trilyon 700 milyar dolar. Takdir büyüklerimizin...
HANİ SARAYIN YARGISIYDI!
Sözcü TV moderatörü sokaklarda aynı dönem muhabir olarak habercilik yaptığımız Fatih Portakal'ın mesajını görünce aklıma üstteki başlık geldi.
Zira Fatih Portakal, avukatlarıyla mahkeme koridorundan paylaştığı bir fotoğrafın üstüne "Cumhurbaşkanı'na hakaret davasında mahkeme kararını verdi. Beraat :) Bir ayda 2 hakkaniyetli karar." Diye yazmış. Oldu mu şimdi!
E hani "Sarayın yargısı vardı! Hâkimler, savcılar Erdoğan'ın emirleriyle hareket ediyordu. Tek adam rejimi, diktatörlük" içinde yaşıyorduk.
Ne oldu şimdi?
Neyse sözü çok uzatmaya gerek yok. Yargı demişken eski Türkiye'den kalan eski bir usulün Yargıtay'ı nasıl gündeme taşıdığını da bir hatırlatayım. Zira Yargıtay'da başkan seçimi var. Yargı mensupları her gün sandık başına gitti. 10 tur yapıldı. Başkan seçilemedi. Oylamalar bundan sonra da sürecek. Aklıma Türkiye'nin aylar süren koalisyon pazarlıkları dönemi, ülke siyasetinin kilitlendiği 90'lı yıllar geldi. Muhafazakâr Devrimci Erdoğan'ın siyasetteki bu tıkanıklığı da yaptığı düzenlemelerle aştığını hatırlatmak gerekir.
Neyse sözü Portakal'ın mesajıyla başlattık onunla bitirelim. Avrupa basını bile "2. tura kalan diktatör mü olur?" manşetleri atmıştı hatırlarsınız. O dönem, Erdoğan'ı diktatörlükle suçlayanlar şimdi utanır mı bilemem ama biz en azından bu satırları tarihe not düşelim istedim.
TEHLİKELİ SİYASET
Seçim yasakları malumunuz, zaten bugüne kadar söylenecek tüm sözler de söylendi. Tüm vaatler verildi.
Söz sırası seçmende, ben kendi adıma Türkiye'nin geleceği için birkaç söz söylemek istiyorum.
24 izleyicilerinden birinin "Gözlük almaya gittim, devlet katkısı 100 lira, ben sandıkta ne diyeyim" şeklindeki sitemkâr mesajı beni açıkçası üzdü.
Hep söylediğim gibi siyasetin kötü bir hastalığı var.
"O ne veriyorsa ben daha fazlasını veririm",
Seçmenin kötü bir alışkanlığı var.
"Bu seçimde ne koparırsak kardır" anlayışı.
Kısa vadeli kazançlar bize uzun vadede büyük kayıplar olarak dönüyor. Bu konuda pek çok örnek var.
Bu yüzden "ben" anlayışından "biz" anlayışına geçmemiz gerekiyor.
Toplumsal refah olmadan, bireysel kurtuluş reçeteleri, gemisini yüzdüren kaptan anlayışı hepimize kaybettiriyor.
Millet 28 Mayıs'ta cebinden önce ülkesini düşündüğünü net bir şekilde gösterdi. Ancak bu anlayışı erozyona uğratmak için de yoğun bir çaba var. Memleketin en büyük sorunu zihinsel işgale direnmek olacak.
Zira dijital kuşatmayla birlikte özellikle genç zihinleri ele geçirmek için fonlanan pek çok proje var. Burada anne babalar olarak bizlere de görevler düşüyor. Çocuklarımıza daha fazla vakit ayırmalı, onların artık bir birey yetişkin olduğunu kabul edip, gerekirse kıyasıya tartışmalara girmeliyiz.
Haklı olduklarında hak verip, hatalı bilgilerini düzeltmemiz gerekiyor.
Sağ-sol çatışmaları döneminin, 12 Eylül'ün ağır travmalarıyla apolitik bir gençlik yetiştirme anlayışını terk etmeliyiz.
Memleket hepimizin, ama ikbalini batı başkentlerinde, elçilerin karşısında iki büklüm olarak inşa etmeye çalışan siyasetçilerin Türkiye'ye kazandıracağı ne var sorusunu önümüzdeki 5 yılda iyice düşünüp, tartışmalıyız.
Demokrasilerde millet iradesi esas, ancak milletin de tıpkı 15 Temmuz'da olduğu gibi her daim iradesine sahip çıkması gerekiyor.
Bu da zihinsel işgallere, bedavacılığa, gemimi yüzdürürüm anlayışına da direnmek anlamına geliyor. Takdir milletin elbette.