Bugün zincirler kırılıyor ve Ayasofya açılıyor. Nasip olursa 89 yıllık esaretin ardından müminler Ayasofya’da secde edecekler. Ayasofya’nın tekrar aslî hüviyetine kavuşturulmasıyla alâkalı müsbet ve menfi herkes bir şey söyledi. Bu mübarek günde ben de Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun 1990 senesinde verdiği konferansta Ayasofya üzerine söylediklerini köşeme taşımak istedim. Mirzabeyoğlu Ayasofya mevzusundaki çarpık muhakemeye dikkat çekiyor:
«Ayasofya, sadece İstanbul’un bir fetih sembolü değil, aynı zamanda Lozan anlaşmasının gizli bir maddesine mevzu teşkil etmek bakımından, “bağımsızlık sembolü”dür de; yâni biz, Ayasofya’nın ibadete açılmasını isterken, gerçek bağımsızlık mücadelesinin müşahhas bir remzi olarak görüyoruz onu... Bu, sadece İslâmcılar için değil, İslâm dışı çevreler açısından da aslında böyle olmak gerekir... Şöyle söyleyeyim: Bir Süleymaniye Camii bugün müze hâline çevrilse, neticede İslâmcıların mahkûmiyeti tescil edilse de, bir hükümet icraatı ve kanun işi hâlinde dışa karşı kendilerini bir tevil tarafı olur... Oysa Ayasofya, Lozan’ın gizli maddesine mevzu teşkil etmek bakımından, bugünkü müze hâliyle, bağımsız olmayışımızın remzidir; ve her türlü palavradan bağımsızlık edebiyatı bir yana, Batı dünyasının tepkisinden korkulduğu için ona dokunulamamaktadır... Açıkça ifâde edeyim: Bizim için Ayasofya mücadelesi, İslâmî mücadeleyi motive edici bir vesiledir... Solcular ise, “bağımsızlık” ilkesinde müştereklik bakımından bunu desteklemelidir; çünkü havada bağımsızlık mücadelesi olmaz... Önce bağımsızlığın tescili halinde Ayasofya’nın ibadete açılması mücadelesine katılsınlar, devlet plânında bağımsızlık irademiz görünsün, ondan sonra isterlerse bütün camilerin müze hâline getirilmesi için mücadele etsinler!..
Şimdi, Mimarlar Odası’nın komik bir değerlendirmesi üzerinde durayım... “Ayasofya, müze hâline getirilerek, evrensel bir değer hâlinde Türkiye’ye emanet edilmiş bir anlam kazanmıştır!” yollu bir lâf... Sözün gelişinden gidişinden hikmeti andıran bir cazibe arkasında, kendi kendini kandırmak gibi bir mânâ... Bu mevzuda, Boğazlar Sözleşmesi’ne bir göz atmak yeter... 1936’da Montreux Konferansı’nda, İstanbul ve Çanakkale Boğazları’ndaki Lozan Sözleşmesi gereği olan asker bulunduramama durumumuza itirazımız... Bu konferans öncesi bir toplantıda Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras’ın verdiği nutuktan birkaç cümleyi işaretleyeyim:
-“Bu bölgeyle ilgili askerî hükümler, Türkiye’nin kıyı savunmasına ve ülkesinin iki kesimi arasında geçiş ve taşıma güvenliğine ağır bir zarar vermektedir. Üstelik bu durum, söz konusu hükümlerin kabulünü etkileyen şartlarda meydana gelen derin değişikliklere ve bu şartların daha da uğrayabileceği temel değişikliklere aldırmadan, varlığını sürdürmektedir... Bu mevzuda, şu noktayı açıkça ortaya koymak isterim: Yürürlükteki antlaşmaların tesbit ettiği durumda değişiklikler olursa, Türkiye kendisini, Boğazların askerî rejiminde, bu değişikliklerin sonucu olarak değerlendirmeler yapma zorunda görecektir!”
Neticede, askersizleştirme rejimi kalkmıştır... Meseleye Ayasofya hakkındaki çarpık muhakeme ile bakılsaydı:
-“Lozan Sözleşmesi ile evrensel bir kullanım değeri olarak silâhsızlaştırılan boğazlar, evrensel bir mânâ halinde Türkiye’ye emanet edilerek anlam kazanmıştır!”
Komikliği anladınız değil mi?.. Kısaca, o çarpık muhakemenin Ayasofya’ya biçtiği mânâ şudur: Evimize hırsız giriyor ve bizden çaldığı malların bekçiliğini de bize yaptırıyor... Bir zindana kilitleniyoruz ve dışarı çıkmamak üzere anahtarı da bize emanet ediliyor!..»
Zindan anahtarını özgürlük için kullanma iradesini gösterenlere selâm olsun!..