Hayatı olduğu gibi algılamak ne zor bizler için. İnsan zayıf bir varlık olduğunu bir türlü kabul etmek istemiyor ve kendine bir güç vehmederek aslında hem kendine hem de çevresine zulmediyor. Ölçülü merhametin kalıcı ve baskın insani duygu olduğunu kabullenebilseydik, insanlığın sosyal veçhesi çok daha değişik olabilirdi. İnsanın duygu dünyası, zihniyet alemi, ruh hali fiziki ve maddi yapısına göre öncelenebilse, sosyal doku da ona göre bir etkileşim içinde olabilecek, toplum yapısı insan fıtratıyla daha uyumlu bir alaşım ortaya koyabilecek. Ayşe Şasa ve onun yaydığı ışın, bizleri böylesi düşüncelere duçar ediyor, dünyadaki olmaklığımızı, tüm bir varlık alemini, kainat algımızı bu ve benzeri ifadelerle temellendirmemize, bir anlam dünyası kurmamıza yol açıyordu. Aslında geçmiş zamanlı ifadeler kurmam kesinlikle sadece şekli bir düzenekten ibaret; yoksa her daim hayat sürdükçe, ömrümüz oldukça kaim olacak olgular. Kendisiyle tanışıklığım yirmi yıl geriye Amerika’dan yüksek lisans eğitiminden dönüşüme rastlar. Kendisinin farklı bir hayat tarzından manevi sarmalanımlı bir çizgiye gelmesiyle, kendi hayatımdaki dönüşümle görülen paralellik ve sinemaya olan ilintimiz bizi kaderin bir tecellisiyle biraraya getirdi ve sonrasında aynı düşünce ve hissiyat rayında bugünlere kadar irtibatımız sürmüş oldu.
Önce hayatın mahiyeti üzerine düşünsel serüvenimizi yeniden gözden geçiriyor, daha sonra sinema düşüncesiyle olan ilişkimize ortaya çıkan muhteviyata eklemliyorduk. Sinema, birçok yaklaşımlara göre tek başına neredeyse mutlak alınabilen bir mecrayken, Ayşe hanımla murakabelerimizde hayatın daha öncelikli olduğu, ancak fıtrata uygun bir sinema inşa çabasına girişildiğinde ikisinin optimum bir noktada örtüşebileceğini konuşuyorduk. Kanal 7’de yaptığımız film arası yorumlarında, bu çerçeveden sinema olgusuna yaklaşarak, gösterilen filmleri tematik unsurlarıyla, insanı temsil değerleriyle, imgenin sembolik ve metaforik unsurlarıyla irdelemeye çalışıyorduk. Öte yandan, tasavvufi hissiyatın projeksiyonuyla, hayatın veya metafizik katmanın değişik düzlemlerinde dolaşıyor, sinemanın bunların yanında son tahlilde tali bir çalışma olduğunu öngörüyorduk.
***
Türkiye’nin Batılılaşma ve modernleşme sürecinin çocukluğundan itibaren travmatik bir örneği hatta kurbanı olan Ayşe hanım, kendi geldiği varlıklı aile çevresinden, sinema dünyasının toplumsalcı yönelimlerinin biraraya geldiği ve lakin yine altrustik anlamda kendi iç dünyasının dinamiklerinden uzak bir ortamın içine girer. Bu denli bir iç çatışma ortamında kalan ve bir noktada paralize olan ruh dünyası, Allahın bir lütfuyla yıllar sonra şifa bulmaya başlayacaktır. Gelinen mertebe artık bir hayret makamıdır; çevresinde, toplumda, dünyada, giderek kainatta olagelen herşey bir sebeb-i hikmete bağlıdır ve ne sonuna kadar yerinmeye ne de sonuna kadar sevinmeye, gönenmeye değecek derecededir. Ayşe hanım, bu serinkanlılıkla ve tasavvufi neşvenin verdiği olgunlukla varlık alemini, mahlukatı, tüm bir kainatı temaşa ediyor, ederken de bu seyretme fiilinde mündemiç tefekkürünü sürdürüyordu. İnsanın kemale erme serüveninin peşine düşmüş olup, mümkün olduğunca bunun seyr-i sülukunda olma çabasını sergiliyordu. Bu da asil bir hareket tarzıyla hayatımızda husule gelen olaylara fazla takılmayarak, daha çok olgular üzerinden hareket etme şeklinde kendini gösteriyordu.
Sinema kuramımıza bu nokta-i nazardan baktığımızda, aşkın bir gönül imgeleminin ipuçlarının nerede olduğu da (incelikli, estetik, kaba ve ortalama olmayan, üst ve manevi bir hare içeren) sezilecektir. Ayşe hanımın geçirdiği ömür tecrübesinin bir şehadet mertebesi olduğuna, makamının yükseklerde bulunduğuna ve hepimize örneklik teşkil etmesi gerektiğine inanıyorum. Allah rahmetler eylesin.