Birinci Cihan Harbi (1914-1918) henüz bütün hızıyla sürerken Batılı Müttefikler 1916 Yılı’nda bir İngiliz ve bir Fransız hâriciye memuruna, kendileri zaferi kazandıkdan sonra Osmanlı İmparatorluğu’nu nasıl parçalayıp târih sahnesinden sileceklerine dâir bir haritalı belge hazırlatdılar. Memurların soyadlarına izâfeten “Sykes-Picot Anlaşması” (Sayks-Piko) adıyla anılan bu belgeye göre bütün Arab Yarımadası ve Mısır, İngiltere ile Fransa arasında paylaşılıyordu. Bu anlaşma 6 Mayıs 1916’da yürürlüğe sokuldu. Aynı haftalarda hazırlatılan bir “Petrograd Anlaşması” (Zankt Petersburg’un o sıralardaki adı) ile ise bütün Kuzey Anadolu, Boğazlar ve İstanbul’un Çarlık Rusyası’na peşkeş çekilmesi öngörülüyordu. 1917 Ekim Devrimi ile Rusya Savaş’dan çekilince bu sonuncu anlaşma kadük oldu. 10 Ağustos 1920 Sèvres Andlaşması ise Türkiye için çok daha ağır şartlar içeriyor ve 1914’de ölüm döşeğinde yatarken bile yedi milyon kilometrekareyi aşan Osmanlı topraklarını 430.000 kilometrekareye indirmişdir. Çöküşün şiddetini göstermek için şu rakamları vereyim:
1908 Yılı’nda Osmanlı İmparatorluğu’nun yüzölçümü 9.129.880 kilometrekare ve nüfûsu 62.689.000 kişiydi.
1914’de ise 7.213.239 kilometrekareye ve 55.189.000 nüfûsa düşmüşdü ki eğer pratik olarak zâten elden gitmiş bulunan Mısır ve Sûdan ile diğer tâbî ülkeleri çıkarırsak bu nüfus 38.019.000’e düşüyordu.
1923 Yılı’nda Türkiye Cumhûriyeti’nin yüzölçümü, Hatay eklenmeden önceki hâliyle 765.000 km.2 ve nüfûsu da 12 milyondu.
Bugünse 780.000 km2 yüzölçümüne ve 76 milyon nüfûsa sâhibiz.
Ancak sınırlarımızın kendi ihtiyârımız dâhilinde teşekkül etmediği ve bu bakımdan bir dizi gayrı-tabii unsurlar taşıdığı da bir vâkıadır. Zâten üçü de sun’î birer devlet olan Irak, Sûriye ve Lübnan’ın, kuruldukları günlerden bu yana bir türlü huzur yüzü görmemelerine sebeb de budur.
Normal ve tabii olan, Birinci Cihan Harbi’nden sonra Sûriye ve Irak’ın kuzeyini oluşturan kalınca bir kuşağın, Kürd ve Türklerden meydana gelen ahâlîleri hasebiyle Türkiye Cumhûriyeti topraklarında kalması ve geriye kalan toprakların, Arab nüfuslarıyla tek bir devlet çatısı altında bir “entité” teşkîl etmesiydi.
Fakat gözleri doymak bilmeyen iki sömürgeci imparatorluk, yâni Fransa ve İngiltere, bu bölgeyi üçe bölerek aralarında paylaşmayı tercîh etmişlerdir.
Netîce, ancak otuz kırk sene kadar ellerinde tutabildikleri bu geniş toprakların bir kan deryâsına dönmesi ve birbiriyle kan dâvâlı “kabîle”lerin ortaya çıkmasıdır.
Halbuki Türkiye, sâdece bu üç bölgeyi değil bütün Arab Yarımadası’nı tedrîcen bağımsızlığa sevketme hazırlıkları içindeydi. Nitekim Cennetmekân Sultan II. Abdülhamid, ileride oraları yönetecek eğitimli kadroları yetiştirmek amacıyla “kabîlemektebleri” adı altında eğitim kurumlarını faaliyete geçirmiş ve bunlar ilk mezunlarını vermişlerdi.
Türkiye’nin 400 küsur sene kırıp dökmeden yönetdiği bu toprakları Batılı “medenî” devletlerin yarım insan ömrü içinde hâk ile yeksân, yâni yerle bir etmeleri, üstelik şimdi de “hakem” pozuna bürünerek işlere yine burunlarını sokmaları, onları ağzı açık ayran budalaları gibi seyretmeye doyamayan “yerli yanaşmalar”a ibret olsun diyeceğim ama bunun beyhûde bir arzu olduğunu biliyorum. Çünki adam olmaya niyetleri olsaydı zâten o pozisyona daha başından düşmezlerdi.
Bütün bunları laf olsun torba dolsun diye anlatmıyorum.
Batılı müstevlîler 1918’den sonra Ortadoğu diye anılan bölgenin kimyâsını bozmuşlardır!
Bizim bu bölgeye “ORTADOĞU” dememiz dahî bir hamâkat eseridir!
Kime göre ORTA ve kime göre DOĞU?
Ben okula giderken târih haritalarında Ortaasya bölgesi beyaz bir leke hâlinde gösterilirdi. Biliyorsunuz, beyaz leke haritada “meçhûl bölge” anlamına gelir. Yâni aşağılık duygumuz öylesine keskin ve zekâmız öylesine kördü ki Batılı için meçhûl bölgeyi, anayurdumuz olduğu halde bizler de meçhûl kabûl ediyorduk!
Artık gerisini varın kendiniz kıyâs edin!
Ulan, sen ordan gelmişsin; orda hâlâ 60 milyon soydaşın yaşıyor, ne meçhûlü?
Ama lafı dağıtmadan bağlayalım:
Târihi film makarası gibi geri sarıp tekrar yaşayamayız!
Ama geçmişden ibret ve ders almamız mümkindir, üstelik zorunludur!
Güney sınırlarımızın hemen bitişiğinde gözlerini bizlere dikmiş bizden meded uman milyonlarca Kürd ve Türk kardeşimiz yaşıyor.
Onlara bir kere daha ihânet edersek aynaya bakacak yüzümüz kalmaz!