Profesyonel futbolcular arasında bir söz vardır. Maç sonrası maç öncesidir, derler.
Daha bir maç biterken derhâl bir sonrakine yoğunlaşma durumu...
İçinde bulunduğumuz bölge için de geçerli sayılabilir bu cümle. Problemler öylesine karmaşık ve girift, öylesine çok katmanlı ki hangi problemin nerede başlayıp nerede bitdiğini söylemek bile zor.
Türkiye onyıllar boyu kendini bu gayyâ kuyusunun dışında farzederek bir hayâl âleminde yaşadı. Biz “Avrupalı” idik! Ortadoğu’da, yâhut daha geniş anlamıyla Önasya’da olup bitenler bizleri ilgilendirmezdi. Hattâ Balkanlar dahî ilgi alanımızın hâricine kaymışdı.
Hâfıza kaybımız o derece ilerlemişdi ki 1683 İkinci Viyana Muhâsarası’ndan 19 Mayıs 1919’a yatay geçiş bize aykırı görünmüyordu. Arada bir şeyler olmuşsa da pek önemli değildi.
1945-1989 arası süren Soğuk Savaş boyunca da o iki büyük cebheden birine “ilerikarakol”luk etmek bize pek garib gelmedi. O kadar ki, bir dışişleri bakanımız “askerimizin donuna kadar herşeyi Amerikalılardan” almayı büyük “başarı” olarak sunmaya hicâb etmiyordu.
Ama bu teslîmiyet sâdece askerî alanda değildi. Zâten öyle izole sosyal ve politik gelişme olmaz. Meselâ 6 Hazîran 1985 târihli gazeteler, Diyarbakır yakınlarındaki Çayönü’nde “dünyânın en eski yerleşim merkezi”nin 22 yıllık bir kazı sonucu ortaya çıkarıldığını belirtiyorlardı.
Ama haberin mahreci Chicago idi!
Yâni meselâ Üsküdar’da oturuyorsunuz ama İstanbul’da havanın sağanak yağışlı olduğunu “New York Times”dan öğreniyorsunuz!
Eğer Soğuk Savaş, bizim en ufak bir dahlimiz bile olmaksızın, sona ermeyip de her devlet biraz kendi başının çâresine bakmak mecbûriyetine itelenmeseydi Türkiye’nin bu durumdan pek şikâyetçi olacağı yokdu. Nitekim 1990’lı yılları, ansızın kendini büyük bir meydanda bulan taşralı mütekâid târih öğretmeninin utangaç kararsızlığıyla geçirdik.
İlgileniyorduk her şeyle az çok ama ilgimizin sebebini tam olarak bilemiyorduk.
Osmanlıdan tevârüs etdiğimiz “emperyal düşünme” hasletimizi kaybetmişdik.
Oysa Türkiye’nin “özgül ağırlığı” bunu şart kılıyordu.
Özgül ağırlık derken kasdım; coğrâfî konumun ülkeyi bir
kilit noktası hâline getirmesi ve beşerî olarak eldeki kadroların istikrar yaratıcı bir şekilde çevreyi etkileme gücü.
Gerçekden şuna inanıyorum ki hâlen Türkiye’nin en önemli “ihraç ürünü” istikrardır!
Bütün Önasya’da barışçıl bir istikrar sağlayabilecek başka tek ülke gösteremezsiniz.
Bugün Türkiye Sûriye’deki Esad Rejimi konusunda istediği sonuçlara (hemen!) ulaşamıyor diye sevinçden ellerini oğuşturanlar acabâ küçük hesablarının ve ucuz ihtiraslarının esîri olma tehlikesiyle yüz yüze değiller mi?
Acabâ Türkiye “özgül” ağırlığını Sûriye Halkından yana değil de Diktatör Esad’dan yana koysaydı bu kimseler ve çevreler alkış mı tutacaklardı yoksa “skandalize” (!) mi olacak ve “Ay, ne ayıp!” diye feryâd mı edeceklerdi?
“Ayıp” dedim de:
Önümüzdeki birkaç onyıllık süre için Türkiye’nin pozisyonu gündeme gelmişken ve ülke tam “küme atlama” eşiğindeyken sırf bir siyâsî rakıybe “çakmak” uğruna İsrâil ile aynı safda yer almak biraz “ayıp” olmuyor mu?