Faili meçhul cinayetleri, işlendikleri zamana göre, gün, ay ve yıl olarak tasnif etmek ister ve kim ne zaman öldürüldü diye bir kronolojik sıralama yapmaya kalkarsanız, takvimlerdeki gün ve ay sayısı size yetmeyebilir, her güne beş hatta on cinayet birden kaydetmek zorunda kalabilirsiniz.
Sadece Batman ve Diyarbakır’da doksanlı yıllarda öyle günler olurdu ki, bu cinayetlerde bazen on kişi birden hayatını kaybederdi. Kendi şehirlerinde tanınan ve çok iyi bilinen insanlardı bu kişiler. İnsan hakları savunucuları, kanaat önderleri vardı aralarında. Öldürülmeden önce istihbarat raporlarına ‘sevgilisiyle beraber örgüte katılacağından emin olundu’ diye kaydı alınanlar, daha hayatının baharında gençler vardı. Bu gençlerin bazıları el ele dolaşırken mesela, yanlarına yanaşan bir araca bindirilir ve bir daha kendilerinden haber alınamazdı. Sır olur, buharlaşırlardı adeta..
Faili meçhullerin tarihi karanlık bir tarihtir, kimin kiminle dans ettiği belirsizdir ve en önemlisi de bu tarih her zaman, siyasi kullanıma açık bir tarihtir.
***
Bu trajik siyasi tarihi, gelen kullandı giden kullandı, ama gidenler ve gelenler, bu tarihin aydınlatılmasına yarayacak kayda değer bir şey de yapmadı.
Siyasi irade olmadan bir ülkenin karanlıklarda kalmış faili meçhul cinayetler tarihini aydınlatmak mümkün değildir.
Ama kamuoyunun geçmişle yüzleşmeyi talep etmesi de bir o kadar önemlidir.
Toplumun çeşitli kesimleri, bugün sadece siyasi tercihlerinin gerektirdiği oranda bir fikir ve kanata sahip oluyorlar ve bu siyasi bölünmüşlük, her türlü siyasi çatışmanın dışında kalması gereken yüzleşme ve hesaplaşma konusunda, ulusal bir mutabakatın oluşmasını maalesef engellemektedir.
Ayrıca, bir ülkenin geçmişiyle yüzleşmesi, sanatın ve edebiyatın, cesur aydın ve entelektüellerin katkısı olmadan ne başlayabilir ne sona erebilir. Arjantin’den tutun da Şili’ye kadar, yüzleşme ve hesaplaşma söz konusu olduğunda, aydınların, roman yazarlarının, sinemacıların çabaları ve mücadeleleri söz konusudur.
***
Meşhur Nunca Mas-Bir Daha Asla- başlıklı ve Arjantin’deki ihlalleri tespit eden raporun yazarı, Arjantin’in en büyük yazarlarından sayılan Ernesto Sabato’dır.
Amatör bir takım çalışmaları saymazsak, bizde, edebiyata, sinemaya doğru dürüst konu bile olmadı bu cinayetler, bu karanlık geçmiş.
Ama kimi edebiyatçılarımız ve aydınlarımız son bir kaç yıldır, Hrant Dink’ten tutun Roboski katliamına varıncaya kadar, birçok trajik olayı hem kendi vicdanlarını rahatlatmanın hem ‘post modern muhalif’ kimliklerini sınamanın bir alanı, bir aracı olarak kullanıyorlar.
Dersim’den Roboski’ye varıncaya kadar, mağdurları bile zaman zaman zor durumda bırakan, elini kolunu bağlayan ciddi bir kuşatma yarattılar.
Şimdilerde Hrant Dink anmasında bildiri okuyan edebiyatçılar, bir zamanlar insanların teker teker yok edildiği bir ülkenin yurttaşı olduklarının farkında bile değillerdi.
Ah keşke genç olsalardı, Kobani’ye gider savaşırlardı! Böyle diyorlar...
Kardeşim bu ülkede Kobane savaşını beşe, ona katlayacak bir savaş vardı ve sizin gençlik yıllarınıza denk gelen zamanlarda yaşandı. Haberiniz mi yoktu nedir, madem bu kadar hevesliydiniz, Eruh ve Şemdinli’de ‘ilk kurşun’ atıldığında ne diye durdunuz, çıksaydınız ya dağlara!
Geçmişte bu ülke kan revanken ‘Yüksek Topuklu Kadınları’ yazanlar, şimdi de kendi tükenmişliklerine çareler arıyor, en iyi bildikleri iş olan şu anma törenlerinde en ön saflarda boy gösteriyorlar.
Maliyeti yok, son derece de itibar sağlar o törenlere katılmak!
Kimler yok ki o saflarda!
Gezi başladığında, Non Pasaran başlıklı yazılar döşeyip Taksim’de ‘gençleri ölüme ve cephe savaşlarına çağıranlar, Kürtler’in yarısı isyana hazırdır deyip, Kürt gençlerinin dağlara yollanmasına katkıda bulunanlar, sonra o gençler liderleri Abdullah Öcalan’ın çağrısına uyup, dağları terk etmek istediklerinde, Öcalan’ı hükümetle işbirliği yapıyor diye yerden yere vuranlar, yetmedi, dağlardan inmek isteyen o gençlerin önlerine çıkıp ‘Erdoğan’a güvenip nereye gidiyorsunuz’ diyenler, aynı saflardalar.
***
İRA, hükümetle anlaştığında, bir İngiliz yazar veya gazeteci ‘İRA’nın yerinde olsam silah bırakmazdım’ deseydi, terörü övmekle suçlanır ve tutuklanırdı.
Bizde ise ‘PKK’nin yerinde olsam silah bırakmazdım’ diyenler, itibarlarına itibar katıyorlar..
Bazılarının Hrant Dink ödül komisyonunda yer almaları ve dünyanın en prestijli ödülleri arasında sayılan bu ödülü hiçbir şekilde hak etmiyor olmalarına rağmen, bu ödülü birbirlerine sunmaları, yarattıkları kuşatmanın boyutlarını anlamak için her zaman hatırlanacaktır.
Sormadan edemeyeceğim, Kenan Evren’le Endonezya adalarında dolaşmış bir kişi, hayatı boyunca darbelere kafa yormuş ama gerçeğe dönüşmüş darbeler döneminde herhangi bir zarar-ziyana uğramamış biri, tam tersine gazetecilik kariyerine darbelere borçlu biri, Hrant Dink ödül komisyonunda nasıl yer alabilir?
Geçmişle yüzleşmeye bizi hangi hakla davet edebilir?
Bunların şimdi dört elle sarıldığı muhalif kimliklerinin bir evveliyatı yok, çünkü AK Parti iktidarıyla beraber uyanmış ve oluşmuş bir kimlik bu.
Roboski’yi de, Hrant’ı da, Dersim’i de epey geç kalmış kendi ‘muhalif kimliklerinin’ inşası için kullanıyor, bu ülkenin yaşadığı trajediyi ve bu trajedinin yarattığı acıyı ve yası hiçbir şekilde paylaşmamış, görmezlikten gelmiş olmanın ıstırabından ve utancından bu şeklide kurtulmaya çalışıyorlar.
Baylarımıza bir muhalif kimlik lazım!
Çünkü kendi mahallerinde sadece AK Parti’ye karşı olmak ve Erdoğan’dan nefret etmekle ölçülen ‘muhalif kimliğin’ bir parçası haline gelemezlerse, kimse ne yazdıklarını okuyacak ne sözleri dinlenecek!
Bir varmış bir yokmuşa dönüşecekler..
Bunların yüzleşme ve hesaplaşma alanlarını kuşatıp, aktif birer aktör haline geldiği bir ülkede neyin yüzleşmesini ve hesaplaşmasını yapabilirsiniz?
Yüzleşmek ve hesaplamak için, faili meçhulleri aydınlatabilmek için, önce yüzleşme alanlarındaki bu akıl almaz kuşatmaların ve siyasi kullanımın bitmesi gerek...