Alev Alatlı'nın da bir kitabının adıdır Aydın Despotizmi. Türkiye'deki bir tip aydın sınıfını tarif eder, jakoben aydınlanmacılığın Türkiye'deki iz düşümünü. Tepeden inmeci, halka rağmen halkçı, halkı hizaya çekerek aydınlatmaya çalışan bir anlayışı.
Köy Enstitüleri, Halk Evleri dahi bu amaç için seferber edilmiştir. Halkı aydınlatmanın nesi kötü, diyebileceğimiz bir aydınlatma şekli değildir bu. Şekle odaklanmış, tümüyle Batıcı, kendinden yer yer tiksinen, mandacı, self oryantalist bir aydınlanmacılık...
Batıcılıkla koşut algıladıkları çağdaşlaşmayı siyasal bir otoriterlikle halka dayatan ve bu anlayış dışında yeni bir düşüncenin filizlenmesine müsaade etmeyen bir 'aydın' profili.
Bu zümre İttihatçılarla türedi. Batı'ya gidip eğitim görenler ve onların çevirdikleri eserlerle ithal edildi. Sonra ayrıştılar, Namık Kemaller, Mehmet Akifler, Ahmet Cevdet Paşalar bugünün tabiriyle 'milli' diyebileceğimiz bir düşünce ve anlayışla ayrışırken Abdullah Cevdetler, Baha Tevfikler, Beşir Fuadlar materyalist düşüncenin Türkiye'de temayüz etmesinde etkili olmuştur. II. Meşrutiyet ve Cumhuriyet modernleşmesi bu iki aydın zümreyi giderek daha da ayrıştırmıştır diyebiliriz.
Elbette ara tonlar da oldu ancak siyasal alana yansıyan ve yer yer demokrasiyi askıya alma pahasına halkın tercihlerine müdahaleyi meşru gören sol-seküler-Kemalist çizgide Batıcılık temel belirleyiciydi.
Osmanlı'nın, yükselirken de gerilerken de, Meşrutiyete evrilirken de Cumhuriyete geçerken de, demokrasisini geliştirirken de askıya alırken de Batıcılık ve modernleşme ile imtihanı hiç bitmedi. İlk düğme yanlış iliklendiğinden belki, devamı hep pot geldi...
Bu tartışma evvel ahir devam ediyor. Batıcı modernleşmecilik, Tek Parti rejimiyle birlikte kurumsallaştı. Böylece belli bir entelektüel seviyeyi ifade eden materyalist-pozitivist aydınlarımızın tahayyülü olan yeni toplum, tektipleştirici mekanizmalarla genelleştirilmeye çalışıldı.
Sol-liberal aydınların yer yer Kemalizm eleştirisi yaptıklarına da şahit olduk. İletişim Yayınları ve Birikim Dergisi çevresine bakın görürsünüz. Ancak onlar da, siyasal alanda kendini miğfer edinen bir güç temerküzü oluşunca aynı safta birleştiler.
Liberallerin Kemalizmi keşfetmesi, Yalçın Küçük'ün mini etek giydikleri ve türban takmadıkları için HDP'li kadınları "Kemalist'tir onlar, Cumhuriyetin kızlarıdır" diyerek övmesi, "AK Parti Müslümanlığına" karşı "HDP laikliğinin" muteber sayılması, Fetullah Gülen'in iç çamaşırlarını koklayarak feyz alanların bu kesimlerce savunulması ve bugün siyaset sahnesindeki ittifakların kuruluş zemini, Osmanlı modernleşmesindeki ayrışmaya, ardından gelen otoriter kurucu elit despotizmine dayanıyor.
Çokluk her zaman seviyeyi düşürür, niteliği seyrektir. Bu eşyanın tabiatı gereği böyledir. Lakin, despotizmle tezahür ettikleri dönemlerde dahi belli bir nitelik taşıyan bu kesimin bugün adeta bir paçozluk ve pespayelikle kendini göstermesi bu kadar kolay açıklanabilir mi, emin değilim.
Aydın dediklerimiz, televizyonlarda konuşanlar, gazetelerde yazanlar, hatta artık sosyal medya mecralarında fikir serdedenler. Bir filozofiden bahsetmiyoruz.
Fikirlerini topluma ulaştırma imkanına sahip olana aydın diyoruz maalesef.
O yüzden Sedef Kabaş gibi gazeteci sıfatıyla televizyon kanallarında konuşanların, onun gibileri kanallarında ağırlayanların, arkasında duran siyasetçilerin seviyesizliğine bakıp "Bunu mu ciddiye alacağız" dememek gerek. Bu irtifa kaybı, bu pespayelik, birleşik kaplar kanunu misali topluma sirayet ediyor çünkü.
Bir toplumda kamu önünde konuşan insanların, o toplumun en önemli makamını ve kurumunu ahıra benzetmesi, o makamda oturan kişiye doğrudan hakaret edebilmesi geçiştirebileceğimiz bir konu asla değildir.
Aydın despotizminden aydın pespayeliğine ne ara geldik diye sormadan edemiyor insan.