Son günlerde kamuoyunu meşgul eden bir tartışma var. Tartışma, MİT’in Reyhanlı saldırısı faillerinden önemli bir ismi, Suriye’den alıp getirmesiyle tetiklendi. Bu başarılı operasyon, MİT’in tek başına mı yoksa başka istihbarat örgütleriyle işbirliği içinde yapıp yapmadığı tartışmalarına boğuldu.
Dünyanın hiçbir gelişmiş ve rasyonel ülkesinde istihbarat örgütünün çok sayıda insanı öldürmekten aranan birini yakalayıp getirmesi bu şekilde tartışılmaz. Zira, bu tartışmaların ülkenin istihbarat örgütünü itibarsızlaştırmaya yönelik olacağı bilinir. Ayrıca bu tür konuları konuşabilecek kadar bilgi tartışanlarda bulunamayacağından, kimse yalan yanlış konuşma riskine girmez. Olsa olsa, siyasi partiler konuyu meclise getirirler; orada ve çoğunlukla da kapalı oturumlarda tartışırlar. Ancak başarılı operasyonların parlamentolara geldiği örnek bulmak da pek kolay olmaz.
Kamuoyu duyarlılığına sahip ülkelerde başarılı operasyonların bu şekilde ele alınmamasının bir diğer nedeni de istihbarat kuruluşlarının taktik ve stratejilerini deşifre etme riski bulunmasındandır.
Neyi tartışıyoruz?
Sadece Reyhanlı saldırısı değil, MİT son dönemlerde FETÖ ve PKK ile ilgili de çok sayıda ülkede çok sayıda benzer başarılı işlemler gerçekleştiriyor. Ülkede terör örgütleri nedeniyle doğrudan canı yanan, dolaylı yoldan acı çeken büyük bir çoğunluk var ve bu çoğunluk MİT’in nasıl operasyon yaptığıyla değil; suçluları bulup getirmesiyle ilgileniyor.
Hal böyleyken yapılan tartışmaların nedenini düşünmek gerekiyor. MİT ile ilgili tartışmaların devamında “Esad ile görüşülmeli mi?” tartışmasının yapılması, neden hakkında epeyce fikir veriyor.
Görüldüğü kadarıyla, bu tartışmalardaki esas beklenti Türkiye’nin Esad rejimi ile gizliden görüştüğünü ima etmeye yönelik.
Böylece, iktidarın söylediğinin tam tersini yaptığı izlenimi verilmeye çalışılıyor gibi. Diğer bir ifadeyle, mesele Türkiye’nin güvenliği ve çıkarları çizgisinden değil, iç siyaset kapsamında değerlendiriliyor. Ayrıca, diyelim ki Türkiye kendi güvenliği için yeni ve farklı adımlar atmaya hazırlanıyor; bu tartışmalar onun önünü de kesmeyi mümkün kılabiliyor.
Kullanmak mı, kullanılmak mı?
Esad ülkesinin geleceğine kendisi karar verebiliyor, ordusu kendi ordusu, stratejileri kendi stratejisi olsaydı Türkiye kendi çıkarları için her gereği yerine getirir, bunu da gizleme ihtiyacı duymazdı. Zira, koşullar değiştikçe taktikler de değişir.
Ayrıca, diplomasi “dost” ile sürdürülen bir araç gibi gözükse de esas “düşmanla” sürdürüldüğünde işe yarar. Dış politikada başarılı ülkeler, yumurtaları farklı sepetlere dağıtır, her kesimle doğrudan ya da dolaylı iletişim kurar, böylece olabilecekler hakkında bilgi sahibi olurlar. Bunu becerebilenler, edilgen ülke olmaktan çıkarlar.
İsrail’in İran’ın politikalarını öğrenme kanalları kurmadığını, CIA’nin DEAŞ’la görüşmediğini, İngiliz ve Alman istihbaratının El-Kaide ile konuşmadığını ya da ABD’nin Hamas’la hiç görüşmediğini düşünmek mümkün mü? Ayrıca, “düşman”ın ne yapacağını anlamak için doğrudan görüşmek de gerekmez; bunun için devletlerin elinde epeyce araç bulunur.
Önemli olan, bilgi edinme ve operasyon gerçekleşme ayrıntılarının başka devletler tarafından bilinmemesi, kullanılır hale getirilmemesidir. Ne yazık ki bugün iç politika malzemesi gibi görülüp tartışılan konular, başka devletlerin kullanımına da sunulmuş oluyor. Böylece devletlerin Türkiye aleyhine kullanılacak malzeme bulma ihtiyacı azalıyor; zira onlara malzemeyi bizzat biz veriyoruz.