Geçtiğimiz hafta Avrupa Birliği Bakanı ve BaşmüzakereciEgemen Bağış’ın AB başkenti Brüksel’de gerçekleştirdiği temasları izledik. Ziyaretin pek çok boyutu vardı. Bazıları ekonomik içerikli, bazıları kültürel boyutlu, bazıları da oralardaki vatandaşlarımızın günlük sosyal hayatlarındaki ihtiyaç ve taleplerle ilgiliydi. Ne var ki hemen her görüşmede konu hep dönüp dolaşıp “ilerleme raporu”na geliyordu dersem yanlış olmaz.
Biliyorsunuz, bu senenin ilerleme raporunun başta Gezi Parkı protestoları olmak üzere bazı toplumsal eylemlerin polisiye tedbirlerle bastırılmasının ortaya çıkardığı olumsuz bir “Türkiye fotoğrafı” ve bununla bağlantılı olarak sert eleştiriler getirmesi bekleniyor. Gerçi Başbakan Erdoğan’ın geçen haftanın başında açıkladığı ve dünyada olumlu yankılar uyandıran “demokratikleşme paketi”nin etkisinin bu yılki ilerleme raporunun içereceği söylenen sert yaklaşımı yumuşatması da umuluyor. Ama pek alkış da beklememek lazım.
Diğer yandan, ilerleme raporlarındaki olumsuz “not”lara çok fazla tepki gösterdiğimiz de bir gerçek. Siyasetçiler elbette tepki gösterebilirler. Milletin temsilcileri olarak karşı taraf ne söylerse başlarını eğip sineye çekmeleri yakışık almaz çünkü. İkincisi verdikleri emeğin çoğu zaman önemsenmemesi siyasiler açısından kolaylıkla kabullenilebilir bir durum değil. Onu anlamak lazım. Ama vatandaş olarak bizim ilerleme raporlarını hükümetin aldığı birer karne olarak görüp oradaki zayıf notların hesabını sormamız gerekir.
Bunun için ise öncelikle Avrupa Birliği ile ilişkilerimizin karakterini anlamamız lazım: Türkiye’nin Avrupa Birliği ile ilişkisinin “çok özel” bir karakteri var.
Her ne kadar çoğu zaman haklı olarak “yarım asrı aşan bir süredir AB kapısında bekletiliyoruz. Bizden elli sene sonra başvuran kimi ülkeler bile ekonomik ve siyasi standartları bizden çok daha geride olduğu halde tam üye olarak alındılar; biz hâlâ türlü bahanelerle oyalanıyoruz” diye şikâyet etsek de AB üyelik perspektifinden vazgeçemiyoruz. Neden? Çünkü AB üyeliği hedefi Türkiye için somut bir hedef olmaktan çok bir istikamet işareti. Asıl istediğimiz şey Avrupa standartlarına ulaşmak.
Bu yoldaki yürüyüşümüz Avrupa Birliği’ne tam üyelik müracaatı yaptığımızda başlamadı; onun öncesinde en az iki asırlık bir süre var ki biz bu süre içinde mütemadiyen sosyoekonomik ve kültürel standartlarımızı Avrupa’nınkiler seviyesine getirmenin yollarını aradık.
Avrupa derken elbette “Batı Avrupa”yı kastediyoruz. Doğu Avrupa coğrafyası zaten yakın zamanlara kadar bizim kontrolümüz altındaydı. O topraklarda yaşayan toplumlar eğer siyasi egemenliğimiz altında değilseler kültürel ve ekonomik etki alanımızdaydılar; hatta bizim geliştirdiğimiz sosyoekonomik standartları elde etmenin arayışı içindeydiler.
Batı Avrupa ise Osmanlı devletinin tarih sahnesine çıkmaya hazırlandığı sıralarda ekonomik üretkenliğinin ve toplumsal düzeninin “sıfırı tüketmesine yol açmış” olan ortaçağa ait ekonomik ve sosyal şartlara veda etmek üzereydi. Bir bakıma Osmanlı modelinin doğuşu batı Avrupa’da burjuvazi adı verilen “yeni bir insan türü”nün ve bilahare kapitalist üretim ve yaşama modelinin ortaya çıkışıyla aşağı yukarı aynı tarihlerde gerçekleşmiştir.
Osmanlı Avrupa Akdenizinin doğusunda yeni bir toplumsal ve ekonomik yapı kurdu, evet. Ama bu model orijinal olmaktan ziyade eski Roma’nın ve onun mirasçıları olan Abbasi, Selçuk ve Memlüklü modellerinin yeni bir sürümüydü. Aynı tarihlerde batı Avrupa’da ortaya çıkan burjuva sınıfı ve onların ürettiği sosyoekonomik model ise tarihte benzeri olmayan yepyeni yapılardı ve yepyeni de bir dünya görüşüyle beraber gelmişlerdi.
Burada niyetim iktisat tarihi yazmak olmadığından kısa keseceğim. Söylemek istediğim şey, daha önce de ifade etmiştim, şu: Osmanlı geri kalmadı, Avrupa ileri gitti. Dolayısıyla ne ekonomide ne askeriyede batıyla rekabet edemez hale gelmemiz bizim suçumuz değil. Ama bu yüzden gitgide gerileyen sosyal, kültürel, siyasi ve ekonomik standartlarımızı yeniden yükseltmek için batı dünyasının tecrübesine başvurmak da yanlış bir tercih değil. Ayrıca Türkiye’ye karne gibi verildiği için çoğu zaman gururumuza dokunan AB ilerleme raporlarına kızmak da çözüm değil.
AB Bakanı Egemen Bağış’ın sadece AB başkenti değil, aynı zamanda burjuvazinin ve kapitalist üretimin ortaya çıktığı topraklar olan Brüksel ve Anvers gibi kentlerdeki temaslarını izlerken bunları düşündüm.