Türkiye-Avrupa Birliği (AB) ilişkilerinin istenilen hızda ilerlediğini söyleyemeyiz. Son yıllarda AB konusu Türkiye kamuoyunun gündemine bile girmekte zorlanıyor. Bu sonucun oluşmasında hiç şüphesiz her iki tarafın da sorumlulukları ve iki yönlü nedenler var.
İlişkiler AK Parti’nin iktidara gelmesiyle uzun bir aradan sonra hızlanmıştı. Çünkü Erdoğan ve ekibi AB tam üyeliğine adeta kilitlenmişti. Ayrıca içeride derin devlet ile yaşanan çatışmalı ortamda AB hedefi Hükümet’e adeta nefes aldırıyordu. Bu bağlamda Türkiye’nin sivil-asker ilişkilerini normalleştirmesinde AB desteği inkâr edilemez. Aynı şekilde reddedilen tezkere nedeniyle ABD ile ilişkiler dibe vururken ABbağlantısı Türkiye’ye hayati katkılar sağladı.
Ancak Kıbrıs Rumlarının tüm adayı temsilen AB’ye üye yapılması ve Türkiye destekçisi liderlerin (Almanya’da Schröder ve İngiltere’de Blair) yerlerini Türkiye karşıtı liderlere (Merkel ve Sarkozy) bırakmasıyla tablo tamamen değişti. 2005’den sonra ABTürkiye’yi dış kapıda bırakabilmek için elinden geleni yaptı. Bu ortamda bastıran ekonomik kriz AB’nin gündemini genişlemeden iç sorunlara çevirdi. Yunanistan ve İspanya gibi ülkeler batarken, hatta Fransa, İtalya ve İngiltere gibi AB’nin büyükleri zorlanırken Türkiye’nin tam üyeliği gündemde hak ettiği yeri bir türlü alamadı.
İlişkileri soğutan etkenlere bir de Avrupa’da dalga dalga yayılan ve sessiz sedasız kök salan İslamafobi’yi de eklemek gerekir. Avrupa zihninin arka planında zaten güçlü olan dincilik ve onunla bağlantılı olarak Türk karşıtlığı son 5 yılda belki de zirve yaptı.
AB’deki ilgisizlik, hatta karşıtlık Türkiye’nin de şevkini kırdı, ilgisini azalttı. Buna bir de Suriye krizi gibi bölge dışı meşguliyetler de eklenince ilgisizlik karşılıklı olarak birbirini besledi. Türkiye’yi bu süreçte en çok rahatsız eden ise AB’nin hala ‘patron benim’ tarzını sürdürmesi oldu. AB krizden krize sürüklenirken, ekonomisini küresel krizlerden korumayı başarmış, haliyle özgüveni bir hayli artmış bir Türkiye için AB’nin ‘kendini beğenmiş’ tavrı kabul edilemezdi. Bu duygular ne yazık ki çok sert açıklamalara da neden oldu.
Osmanlı projesi
Bu tabloya rağmen hala Türkiye’nin en önemli hedeflerinden birinin AB üyeliği olması gerektiğini düşünüyorum. Bu nedenle Başbakan Erdoğan’ın Berlin’de yaptığı “AB hedefinden vazgeçmedik, bu ikimizin de yararına” sözlerini çok önemsiyorum. Erdoğan“Türkiye 2023’e kadar AB’ye girer mi?” şeklindeki bir soru üzerine “Bizi o kadar oyalamaya kalkarlarsa, AB kaybeder” demiş. Doğru, AB kaybeder, ama biz de kaybederiz. Çünkü AB üyeliği Türkiye için standartlarını yükseltme, her anlamda lig atlama ve medeniyet olgunlaşmasını tamamlama gayretidir. Yani Avrupa Orta Doğu veya Orta Asya gibi bölgelerden çok farklıdır. Türkiye Afrika’da veya Orta Doğu’da para ve itibar kazanabilir. Ancak Avrupa’da kazancımız bunların hepsinden fazladır.
Dahası Avrupa hedefiTürkler için yüzlerce yıllık bir hedeftir. Avrupa’ya girmek, Avrupa’da olmak Cumhuriyet’in icadı değildir. AB üyeliği bir yönüyle Selçuklu ve Osmanlı projesidir, atalarımızın hayalidir.
Erdoğan “50 yıldır AB kapısında bekletilen ikinci ülke yoktur. 27 ülkenin masaya yatırılıp kantara çıkarıldığında yarısından fazlasının Türkiye’nin gerisinde olduğunu göreceksiniz. Bunların yarısından fazlası AB’ye yüktür. AB’den yük almazlar” siteminde çok haklıdır. AB Türkiye’ye haksızlık yapıyor, ayrımcılık yapıyor. Bu doğru. Türkiye’nin AB kapısında kendisini küçük düşürmesini de kimse beklemiyor. Ancak şunu da unutmayalım, bizim için nihai hedef AB’den çok Avrupa’dır ve bu hedefe de AB üyeliği kadar AB üyelik süreciyle de ulaşılabilir. Ayrıca Hükümet içeride bunaldıkça AB süreci sayesinde rahatlayacaktır. Kısacası AB ile ilişkileri daha teknik ve daha ılımlı bir zemine çekmek bizim de yararımızadır.