"ABD Nüfus İdaresi tahminlerine göre, 2042’de farklı etnik kökenli nüfusun toplamı Latin olmayan beyazları geçecek. Türkiye Avrupa Birliği’ne girerse, 2030 gibi her beş kişiden birisi Müslüman olacak. Bu çeşitlilik Londra, Amsterdam, Toronto ve New York gibi şehirlerde bariz bir şekilde görünür durumda. New Yorkluların %37’si ülke dışı doğumlu; Toronto’da bu oran %50’ye yakın. Londra’da 300’e yakın dil konuşuluyor. Her dört yeni doğanın en az birisinin ailesi ülke dışı doğumlu. Bunlar sadece ‘göçmenler’ değiller. Sayıları hızla artan, Alman hükûmetinin tasnifiyle söylersek ‘göçmen geçmişi olan’ insanlar veya Robert S. Leiken’in kestirme ifade tarzıyla söylersek ‘post-göçmenler’.”
Yukarıdaki satırlar Timothy G. Ash’ın dört yıl önce NYRB’da yayınlanan ‘Özgürlük ve Çeşitlilik: Beraber Yaşamak İçin Liberal Tılsım’ başlıklı makalesinin girişinden. NYRB formatında makalenin üzerine yaslandığı kitapları da hatırlamak gerekiyor. Zira meseleye dair Avrupa’nın ve Batı’nın içerisinde bulunduğu entelektüel cevapların atmosferine ilişkin fikir sahibi olmamızı sağlıyorlar. Robert S. Leiken’in ‘Avrupa’nın kızgın Müslümanları: İkinci neslin isyanı’, Jonathan Laurence’in ‘Avrupa Müslümanlarının özgürleşmesi: Azınlık entegrasyonunda devletin rolü’, Martha C. Nussbaum’un ‘Yeni dinî hoşgörüsüzlük: Endişe çağında korku siyasetiyle baş etmek’ ve son olarak Paul Scheffer’in ‘Göçmen uluslar’ isimli kitapları. Neredeyse tamamı aynı dönemde yayımlanmış olan bu kitaplar, özellikle Avrupalı entelektüel dünyanın düşünsel ve siyasal bir patinaja dönüşen liberal okumanın içerisinden -çoğu kez çaresiz- arayışlarını görmek için önemli.
Ash “çok kültürlülük, tamamıyla anlamı belirsiz bir kavrama dönüştü” demekte ve “sosyal bir realiteden mi, bazı politikalardan mı, normatif bir teoriden mi, yoksa bir ideolojiden mi” bahsediliyor diyerek kavramı sorgulamaktadır. Gerçekten de, son otuz yılın gündemini yoğun bir şekilde işgal ederek başka kavram setlerini de doğuran bu liberal düzlem nasıl sonuçlar doğurdu? Yine kendi deyimleriyle, liberal politikaların sadece ‘illiberal sonuçları’ oldu. Elde kalan tek şey, ‘paralel cemaatler’ veya oldukça iyi ifade edilmiş şekliyle ‘sübvanse edilmiş izolasyondan’ başkası da değil. İşte bugün Avrupa’da vuku bulan ve Avrupa’dan ihraç edilen terör, tam da post-göçmen dünyasının yaşadığı derin dönüşümü algılayamayan liberal okumanın im
tihanına dönüşmüş durumda. Bu noktada, tamamen seküler olan kesimlerinin ekonomi-politik okumaları, dindar Hıristiyanların ise radikal bir ötekileştirme ve ilan edilmemiş bir faşizmle sorunu kontrol altına alabileceklerini veya ortadan kaldıracaklarını düşündüklerini görüyoruz.
Yeni göçmen dalgasına verilen tepkinin altında da, yıllar içerisinde biriken benzer siyasetsizlik bulunuyor. Sömürgecilik tecrübesiyle birlikte ele alınırsa, yüzyılı aşkın bir süredir Güneyle içli-dışlı olmuş Avrupa aklının, yeni göç dalgasına, tam da kolonizasyona muhatap olmuş halkların Avrupalıya dair haklı bir tarifi olabilecek ‘uzaylı istilası’ muamelesi yapması, sadece bir entelektüel tefessüh hâli değil, Avrupa’nın kimlik krizidir de. Çok kültürlülük diyerek yola çıkan liberal düzenin varabildiği yer ‘çok sınıflılık’ oldu. Bu hazin sonu kabullenip üzerine düşünmek yerine, izolasyonun daha fazla sübvanse edilmesiyle çıkış yolu arandığı sürece, siyasal patinajdan kurtulma ümidi de ufukta görünmüyor.
Terörizmden bağımsız bir şekilde bile hâl bu iken, sürece kanın da bulaşmasıyla, ilk anda aklıselimden uzaklaşılması ihtimali de hızla kuvvetlenmektedir. Kaldı ki, artık mesele çoktan, Avrupa içi sosyal politikalar, özgürlükler, entegrasyon ve bir arada yaşama sorunsalını aşmış durumdadır. Zira Avrupa bütün tartışmayı, eksenini bu başlıkların oluşturduğu ‘açık toplum’ içerisinde yaptığını düşünmektedir. Oysa aynı başlıkların sübvanse edilen izolasyonlar üretmiş olduğunu görmek istememektedir. Bu izolasyonun ne denli güçlü olduğu, Avrupa’nın güvenlik radarlarını kör eden boyutunda görülebilir.