İsmail Güneş’in geçen yıl gerçekleştirdiği Ateşin Düştüğü Yer, 23 Ağustos-3 Eylül tarihleri arasındaki Montreal Dünya Film Festivali’nde Dünya Sineması yarışmalı bölümünde birinciliği kazandı. Film, bu birincilikle kalmadı ayrıca FIPRESCI (Uluslararası Film Eleştirmenleri Federasyonu) ödülünü de aldı. Aynı film oysa geçen yılki Antalya Film Festivali’nin ön jürisinden bile geçememiş, puanlamaları sıfır ve sıfırın yüzdeleri cinsinden olmuştu. Şimdi Türkiye’deki bu önyargılarla örülü çifte standartlara mı baksak, jürinin kerameti kendinden menkul etik kriterlerine mi? Ülkemizde özellikle sanat ve kültür alanında kendini gösteren ikili yapının kırılması ne zaman gerçekleşecek?
İsmail Güneş’in sadece sinemada değil televizyonda da karşılaştığı ambargolar, aslında belli duyarlılıklara sahip bir kitlenin bu platformlarda karşılaştığı benzer engellemelerin bir sembolü. Kimi yönetmenler aynı bariyerlerle değişik mahfillerde karşı karşıya kalırken, kimi filmler dağıtım ağındaki engellere takılarak belli sinema salonlarına giremedi. Belki, diyelim, yönetmenlerin sinemasal yetilerine dair itirazlar sözkonusu oluyordu ancak bu bariyerlerin yine de biraz daha insaflı olması beklenirdi. Nitekim, sinema dünyamızda ortaya çıkan bütün toplamın genel kalibresine bakıldığında durumun her zaman çok iç açıcı olduğunu söylemek mümkün mü? Filmler, sinemasal olarak belli bir nitelik tutturuyor olsalar dahi, içerik açısından her zaman tatmin edici olabiliyor mu? Sinemamızın bence en büyük sorunlarından biri olan kimlik konusu hala geçerliliğini bütün ağırlığıyla koruyor.
***
Ateşin Düştüğü Yer, geçen aylarda gösterime çıktığında çok sınırlı bir seyirci kitlesiyle buluştu. Evet, güncel toplumsal bir yaraya da değinse bir sanat filmi olma niteliğini de taşıyordu ancak eleştirmenlerin kahir ekseriyeti tarafından da görmezlikten gelinmedi mi? Ülkemizdeki bu ikili zihniyet yapısı, genel kültür dünyamız üzerinde bir cenderedir ve bir tahakküm aygıtına dönüşmüştür. Oluşturulan jüriler, verilen ödüller, düzenlenen bienaller, festivaller, kültürel organizasyonlar, belli etik kaygılar yüzünden belli anlayış ve yaklaşımlara engeller koyuyor ve bu sorunlar sürgit devam ediyor. Belli estetik ve ahlaki kaygılar tabii ki var olacak ancak bunların ne olduğu konusundaki ihtilaflar bu ikili zihniyet yapısının mevcudiyetiyle bir uzlaşma zemininin ortaya çıkmasına mani oluyor. Oysa ortak kıstaslar etrafında birleşmek mümkündür, bu da kişinin kendi oluşturduğu iç bariyerlerini ortadan kaldırmasına bağlıdır.
Bu ortak düşünme zeminini besleyecek alternatif kültür çalışmaları, sinema özelinde filmler, film haftaları, festivaller, yarışmalar, entelektüel ürünler estetik kaygıları da gözeterek hayat bulmalıdır. Kültür hayatının nabzını tutan devlet ricali de bu girişimlere herhangi bir komplekse kapılmadan destek vermelidir. Bu önermeden özel sektör de beri değildir: Sponsorluk kurumunu bir zekat duyarlılığıyla harekete geçirmelidir. Başlangıçta kimi ürünler istenilen randımanı veremese bile, en yakın gelecekte özlenen vasıflarda çalışmaların ortaya çıkacağını söylemek bir kehanet değildir. Zahmetsiz rahmet olmuyor, bir özveride bulunmadan nimetle de karşılaşılmıyor. Herkesin belli bir sorumlulukla kültürel sahanın bir yanını yüklenmesi gerekiyor.