Suriye’de iç savaş Hatay’ı ve bölge sakini Nusayrileri birdenbire gündemin en önüne taşıdı. 1931 Yılında Adana ve Hatay'ı gezen M. Kemal, “Burada hiç Türk yok. Buna fevkalede tedbir düşünmek müstelzimdir” diye yazıyordu.
Atatürk, Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın (SCF) kendisini fesh etmesinden sonra çıktığı yurt gezisi sırasında, 18 Şubat 1931 tarihinde, Konya’dan Başbakan İsmet İnönü’ye Adana ve Mersin’de bulunan Nusayrilerle ilgili gözlemlerini aktarmak ihtiyacını hissetmişti. Bugünden bakıldığında pek çok kişiye ilginç ve belki de beklenmedik gelebilir.
Nusayrilerin SCF sempatisi
Atatürk İnönü’ye şunları yazıyordu: Adana’da yirmi bin ve merkez kazasında da otuz beş bin Nusayri vardı. Mersin’den doğuya doğru bütün sahil Nusayri köyleriyle kaplıydı. “Burada hiç Türk yoktu.” Atatürk’e göre; “Cenup [güney] mıntıkasındaki Nusayri kesafeti [yoğunluğu], burada idarî, harsî [kültürel] ve sistematik mesaîyi ve belki de fevkâlade tedbir düşünülmesini müstelzimdi [gerektiriyordu].” Atatürk şöyle devam ediyordu: “Adana’da Nusayrilerden mühim bir kısmı, on bin kadar Kürt, birçok Giritli, bilhassa ticaret sahibi dönmeler, Serbest Fırka’yı iltizam etmişler [tutmuşlardı].”
Elbette Atatürk’ün asıl merak ettiği, iktidar karşısında SCF’nin nasıl olup da bu kadar çok destek gördüğü sorusuydu. Bu sorunun yanıtını bulmaya çalışıyordu. Bunun için de muhalefetin destek gördüğü unsurları arıyordu. Bu çerçevede her bölgenin özelliğine dikkat çekme ihtiyacını duymuştu. Atatürk, Nusayri azınlıktan söz ediyordu. “Hiç Türk yoktur” saptaması, etnik köken meselesine yeniden değinmeyi gerektirmektedir. Adana’da Nusayrilerden sonra da Kürtler için benzer kuşkulara yer verilmişti. Nusayriler, Kürtler, Giritli göçmenler ve dönmeler, bölgede muhalefetin esas destekçileri olarak resmedilmişlerdi. Atatürk, SCF’ye eğilimli kamu görevlilerinin de mutlaka tasfiye edilmesini istiyordu.
Bütün sahil mıntıkası Nusayrilerden oluşuyor
Atatürk’ün seyahati sırasında hazırlanan raporda da aynı duruma işaret edilmektedir: “Mersin ve Adana vilâyetlerinde vazifedar [görevli] memurlar nazarı dikkatimizi celb ettiler [dikkatimizi çektiler]. Bu iki vilâyetin bütün sahil mıntıkası baştan başa Nusayri köyleri ile doludur. Bu mıntıkada Türk köyü yoktur. Bu kapı Suriye’nin siyasî cereyanlarına [akımlarına] açıktır. Yüksek memurlar, vasıtasızlıktan, çaresizlikten, tedbir almak mümkün olmadığını söylediler. Devletçe yalnız sahilde değil, bu havalinin bütün Nusayri mıntıkasında hassas olmamız, vaziyeti iyi dinleyip, tetkik etmemiz lüzumludur [gereklidir].”
Türk ırkından olmayan öğretmen tehlikesi
“Bir Kürt muallimde Kürdistan istiklâli [bağımsızlığı] hakkında kendi yazdığı bir şiir bulunmuş; diğer taraftan, Adana muallim mekteplerinde Nusayri talebe çoktur. Türkten başka unsurlara mensup olan bu talebe, yarın muallim [öğretmen] olarak Türk mekteplerinde [okullarında] tedrisat [eğitim] yapacaktır. Nusayriler, diğer mekteplere de nüfuslarına nisbetle Türklerden fazla rağbet etmekte ve mekteplere gitmek yolunu bulmaktadırlar. Bu müşahade [gözlem], maarif siyasetimizin mühim bir noktasının aydınlatılmasını lüzumlu [gerekli] kılıyor. Bir prensibe bağlanmak üzere Maarif Vekâleti’nin şu esasları hazırlaması muvafıktır [uygundur]: (a) Biz aramızda Türk olmayan unsurları harsımızla yenerek temsil mi edeceğiz, yoksa ihmal mi? Bu iki fikre göre, onları okutmak mı muvafık [doğru] olur, yoksa aksi mi? (b) Türkten gayri unsurlardan muallim [öğretmen] kullanmak doğru mu? Bunlardan yeni muallim yetiştirmeli miyiz? Bu doğru değilse, mevcutları ve mekteptekileri ne yapacağız?”
Nusayriler ‘Türk’ değil
Burada sadece sorular sorulmuş, yanıtlar henüz verilmemişti; fakat Türklük meselesinin tanımına göre oluşacak olası yanıtlara hazırlık yapılması gerekiyordu. Karşımıza çıkan ilginç olan husus Nusayrilerin çocuklarını okutmak için gösterdikleri çabanın kuşkuyla karşılanmasıdır; görüldüğü gibi, Nusayriler açıkça “Türk” olarak nitelendirilmiyor; hatta onların eğitim çabalarına set vurmaktan dahi söz ediliyordu.
Bu raporda da benzer saptamalarla karşılaşıyoruz: Nusayriler üzerinde yeniden önemle durulduktan başka, Kürt azınlık meselesine de değiniliyordu. Diğer yandan, “Türklerden başka unsurlara mensup” olanların nasıl bir eğitim görecekleri ya da eğitim görüp görmeyecekleri de tartışılan bir husustu. “Türkten gayri unsurlardan” öğretmen olup olamayacağı da sorulmaya değer görülmüştü. Ayrıca, eğitimin neye hizmet etmesi gerektiği de soruluyordu. Bütün bu soruların yanıtı, 1930’lu yıllarda keskin bir şekilde oluşacak Türklük tanımıyla doğrudan ilgiliydi elbette.
AHMET HAMDİ BAŞAR’IN YANLIŞ DEĞERLENDİRMESİ
Ahmet Hamdi Başar da, anılarında, aynı konuya birkaç satırla da olsa değinmektedir: “Seyahatin İzmir’den itibaren başlayan safhasında ve bilhassa Mersin ve Adana’da milliyetçilik ve Türkçülük bahisleri hayli konuşuldu. (…) Görünen ve anlaşılan bir şey varsa da, o da Gazi’nin inkılâbımız umdelerinden [ilkelerinden] biri olan milliyetçilik vasfını, Türkçülük temeliyle kuvvetlendirmek istediği idi. (…) Milleti bu yolda bir imana bağlamak, dinin boş bıraktığı sahayı, milliyet duygusuyla doldurmak istiyor. Mersin ve Adana’da Arap, Nasturi, Suryani ekalliyetler var. Bunlar, Türkçe bile konuşmazlar. Muhitte bunlara karşı düşmanlık gösteriliyor. İşin ve servetin, nisbet edilirse, çoğu bunlarda imiş. Rumlarla yapılan mübadele şeklinde, bu civarda yaşayan gayri Türk az[ın]lıklarla, Suriye’deki Türkleri mübadele fikri bile ortaya atılıyor. Gazi, içimizde bugün az[ın]lık gibi gözüken ve kendilerini Arap, Süryani vesaire tanıyanların, birtakım hâdiseler neticesi olarak, Türklüklerini unutmuş insanlar olabileceğini söylüyor. Görülüyor ki, Gazi’nin Türkçülüğü, daraltıcı ve parçalayıcı değil, genişletici ve toplayıcı bir Türklük…” Başar, Atatürk’ün değerlendirmelerinin nasıl bir ortamda oluştuğunu bize aktarırken, ilk elden tanıklığına karşın, Atatürk’ün konuya ilişkin görüşlerini doğru bir şekilde yansıtmamaktadır!
NUSAYRİLERİN ‘YERLİ TÜRKLER’LE KAYNAŞMASI
1930’lu yılların sonlarına doğru Seyhan (Adana) ve İçel illerinde Nusayrilerin durumuna dikkat çeken yazışmalarla da karşılaşıyoruz. Bakanlar Kurulu’nun 9 Nisan 1937 tarihli kararnamesi sayesinde dönemin yöneticilerinin Nusayrilere bakışını öğrenmek mümkündür. Bakanlar Kurulu’nun 9 Nisan 1937 tarihli ve 2/6366 sayılı kararnamesi şöyleydi:
“Türk kültürüne bağlı oldukları halde ana dillerini kaybetmiş olan Seyhan [Adana] ve İçel vilâyetlerindeki Nusayrilerin Türkçe bilmeyenlerine ana dili öğretmek ve kız alıp verenlerin cihaz masraflarına yardım eylemek ve bu suretle kaynaşma hareketlerine önayak olmak maksadı ile, kültür ocaklarının yapacakları zarurî masraflara yardım için, (…) tahsisattan sarf edilemeyen miktarının Halkevleri Genel Merkezi’ne makbuz mukabinde verilmesi” onaylanmıştı. İçişleri Bakanı Şükrü Kaya da, bazı yazışmalarında Seyhan (Adana) ve İçel illerinin sakinleri hakkında bilgi veriyordu. CHP Genel Başkanlık Kurulu’nu oluşturan CHP Genel Başkanı, Genel Başkan vekili ile Genel Sekreteri de, 29 Mayıs 1937 tarihli yazı ile, Halkevleri’nin bütçesine aktarılan yirmi bin liranın kabul edildiğini karara bağlamışlardı. Yazıda Halkevleri yerine “kültür ocakları” tanımının kullanılmış olması dikkat çekicidir.
Anadillerini kaybeden Nusayriler
Nusayrilerin Türk kültürüne bağlı oldukları ön kabulü, onların Türkçe konuşma zorunluluğunu da beraberinde getiriyordu. Fakat “ana dillerini kaybetmiş” olan bu grubun Türk kültürüne hâlâ bağlı olarak görülmesi ve bu nedenle Türkçeyi ana dili olarak yeniden öğrenmesinin öngörülmesi ilginç ve dikkat çekicidir. Ayrıca, Nusayriler ile “yerli Türkler”in “kaynaşmaları”nın temini de öngörülmüştü. Bunun için ana dil olarak Türkçe öğretilmesi tabiî ki bir zorunluluktu. Fakat bu türden bir kaynaşmanın hızlanmasının temini, ayrıca evlilik aracılığıyla da olabilirdi. Nitekim, bu mekanizmanın teşvik edildiği açıkça görülmektedir. Anlaşılan Nusayriler’den kız alanlar ile onlara kız verenler, evlilik dolayısıyla paraca destekleneceklerdi. Ancak bu türden maddî desteklerin resmî yollardan olmamasına da özen gösterildiği anlaşılmaktadır. Halkevleri, bu işte aracılık edecekti. Para temini, İçişleri Bakanlığı’nın doğrudan bu işle ilgili olarak ayrılmış bütçe faslından değil, fakat bu miktarın Halkevleri’ne devredilmiş olan kısmından yapılacaktı. Halkevleri de CHP’ye bağlı olduğundan, teşvik ve destek mekanizması içinde CHP’nin de bulunması kaçınılmazdı. Nusayrilerin “yerli Türkler” ile kaynaşma sürecine yönelik bütün bu hazırlıklar, İskân Kanunu’na göndermede bulunulmasına neden olmuştu. İskân Kanunu, aslında sadece Kürtleri değil, fakat potansiyel muhalif görünen diğer azınlıkları da yakından ilgilendiriyordu. Yine de Nusayriler açısından konu, en azından şimdilik yalnızca iki kentle sınırlı tutulmuş gibi görünmektedir.