Bir Hacı yurddaşımız 12.000 avro aylıkla İsviçre Başkenti Bern'e basın ataşesi olarak tâyîn edilmiş. Oysa basınla en ufak bir ilişkisi bulunmadığı bir yana, yabancı dil konusunda da sıfırmış. İsviçre'de konuşulan dillerden biri şöyle dursun, dünyâdaki genel anlaşma dili (lingua franca) olan İngilizcesi de elifi görse mertek sanma düzeyindeymiş. Meselâ altı yaşındaki çocuklara ilk dersde öğretilen "How are you?" (Nasılsın/ız?) cümlesini bile "Have ar yu?" olarak yazıyormuş, falan filan...
Bunları okuyunca kendi kendime dedim ki "E, daha ne? Tam standardlara uygun adamıbulmuşlar işte. Onu tâyîn etmeyip de kimi etselerdi?"
Bu vesîleyle şu basın ataşeleri mevzuuna şöyle temelinden bir değineyim istiyorum.
Mâlûm ya, görevimiz beşeriyeti irşâd etmek.
Efendim, "attacher" bağlamak anlamına gelir. Bundan türeme olan "attaché/e" (bağlanmış) ise hem direkt anlamda (iple vs.) bağlanmış hem de mecâzî anlamda başka bir örgüte/geleneğe bağlanmış demekdir. İşte bizim ataşe dediğimiz durum budur. "attaché de presse" (basın ataşesi), attaché culturel" (kültür ataşesi) gibi. Askerî ataşeler (attachés militaires) hep üçer tânedir: Hava, deniz, kara!
Bunlar bir sefârete bağlı olarak çalışan, geçici olarak diplomatik statü kazanmış uzmanlardır. O bakımdan diyelim ki basın ataşesinin bir gazeteci olması mantıklıdır. Ancak genel olarak bu ataşelikler bizde öteden beri birer "arpalık" olarak kullanılır ve oralara (her türüne!) birtakım torpilli kimseler yerleştirilir. Genellikle birer yardımcıları ve sekreterleri de vardır. Hemen hiç biri ne o ülkenin dilini bilir ne İngilizce.
Basın ataşeliklerinde ilâveten mütercimler de bulunur ki o ülke basınında Türkiye ile ilişkili yazıları çevirip Ankara'ya yollasınlar ve Ankara da bu sâyede ihyâ olsun!
Basın ataşelerinin görevi, o ülkenin kalburüstü gazetecileriyle yakın ilişkiler kurup onları Türkiye lehine yazılar yazmaya sevketmekdir.
Pratikde ise bunlardan tümünün Allâh için tek bir yabancı gazeteciye herhangi bir etkide bulunduğunu târihler kaydetmez. Zîrâ bir kere bulundukları ülkelerin gazetecileri bunları iplemez. İkincisi, hemen tamâmı Türkçeden başka bir dil bilmeyen bu arkadaşlar yabancı (yâni oradaki yerli) gazetecilerle nasıl ilişki kuracaklardır ki? Onun için bizim basın ataşeliklerine uğrayan yabancı gazeteci de yokdur.
Türkiye ile ilgili haber ve yorumlara gelince, bunlardan dişe dokunur olanlarını Türk gazeteci milleti zâten ânında farkedip aynı gün kullanmışdır. Ancak iki günde tercüme edilip Ankara'ya üçüncü gün yollanan ve Ankara'nın da dördüncü gün gazetelere gönderdiği turşusu çıkmış tercümeyi ne yapsınlar?
Aslında sâdece basında değil bütün diğer ataşeliklerde de durum aynıdır. NATO ülkeleri hâricindekiler müstesnâ buna askerî ataşelikler de dâhildir. Onun için efkâr-ı umûmiyeyi öyle ayda 12.000 avro hikâyesiyle skandalize etmek durumu tam doğru olarak ifâde etmez. Bütün sefâretlerimizdeki toplam ataşe, ataşe muâvini, mütercim ve sekreterlerin aldıkları maaşları toplarsanız ayda takrîben 350-400 bin avro gibi tüyler ürpertici bir meblâğa ulaşırsınız ki buna büro masrafları dâhil değildir.
Ataşeliklerin sözümona yapdıkları görevlerin aşağı yukarı tamâmı, normal diplomatik kadrolarda bulunan ve henüz kâtib seviyesindeki genç memurlar tarafından bal gibi îfâ edilebilir.
Ha, bu arada hazır açılmışken; benim de 18 ay süren bir ataşelik mâcerâm vardır. Yâni ezbere konuşmuyorum.
1977'ydi gâlibâ, Rahmetli Ecevit'e dedim ki "Bülent Bey, Almanya'da çalışdığım içinburadaki gazeteci, radyocu ve televizyoncuları iyi tanırım. Bir çoğuyla şahsî hukûkum da vardır. Beni bir iki yıllığına basın ataşesi yapın, bunları Türkiye'ye gönderip dolaştırtıp daha olumlu izlenimler edinmesini sağlayalım. Çünki biliyorsunuz aleyhimize kuvvetli bir cereyan var. Dil bilmeyen, akılları alışverişden başkasına işlemeyenlerle bu işi yürütmek kolay değil."
Bunun üzerine ataşe oldum.
Fakat şunu söyleyeyim ki bu, benim derdsiz başıma derd almam demekdi. Bir kere ataşelik maaşım ayda net 3.000 D-Markdı. Bense o paranın fazlasını zâten kazanıyordum.
Yâni maddeten kaybım olduğunu rahatlıkla iddia edebilirim.
İkincisi, benim böyle tepeden inme ataşe olduğumu gören diğer "ilgililer"den de en ufak bir destek sağlayamadım. Onlar için ataşelik "mutlu bir zirve" benim içinse "tenzîl-irütbe" idi.
Halbuki Alman radyo, tv ve gazetelerine yorumlar yazıp bunları bizzat seslendirecek kadar iyi Almanca bilen, pek çok kimseyi de şahsen tanıyan benim gibi birinden yararlanabilirlerdi. Ama niyetleri yokdu. Rahatlarını bozacakdım çünki.
Netîceten hiçbir hayrım dokunamadan 18 ay kadar sonra istîfâ etdim.
Hayâtımın en mutlu dönemi olduğunu söyleyemem.