Asker demek, -erkek veya kadın olması değişmez-, belli bir inancın, ideolojinin, belli bir sosyal hedefin ve grubun hayatını ve vatanını ve aslî menfaatlerini korumak uğrunda, silahlı olarak mücadele etmeyi ve gerektiğinde öldürmeyi ve öldürülmeyi en başta kabul eden kimse demektir. Yani, askerî bir üniforma giymek, kılıç veya sair silahları taşımak değil.
Bu anlayış ölçüsü içinde, askerliği bir 'vatan borcu olarak değil, bir 'meslek' olarak seçenler, hitabım sizleredir.
*
Sizler, bu milletin ve bu ülkenin çocuklarısınız ve milletin alın terinden, ödediği vergilerle alınan silahlarla, üniformalarla, askerî bütün teçhizat vs. ile donatılmalarınız, size kanunla verilen vazifeleri yerine getirmeniz içindir. Yani, ülkenin, -hiç bir vatandaşından daha fazla- sahibi değilsiniz ve aslî vazifeniz, kafanıza estiğinde hükümler sâdır eyleyen, kelleler koparan, askerî darbeler yapan 'başıbozuk silahlı güçler olmak' değil, ülkenin hizmetçisi ve savunma gücüsünüz.
Ama hele de son 100 yıldır, sizlere öğretilen yanlışlara göre, 'askerlik' mesleğine intisap ettiğiniz, girdiğiniz andan taa ölünceye kadar, 'emekli olduğunuzda bile hep asker olduğunuz ve asker kalacağınız' söylenmiştir ve niceleriniz de bu sözlere bakarak, kendisinde ve ülkenin korunmasında ayrıcalıklı olduklarına inandırılmışlardır. Halbuki, her ne olursanız olunuz, içinden yetiştiğiniz ve hayatınızda 'tüyü bitmedik yetimler'in bile hakkının bulunduğu bütün bir milletin iradesi sınırları içinde kalarak savunma hizmetinde olmak zorundasınız; onlara tahakküm etmek mevkıinde ise, asla!!
Ve bugünlerde, milletin size, kendisini, vatanı ve aslî değerlerini savunması için verdiği silâhları yeniden millete karşı çevirmek tehdidi ve hıyanetin tekrarlanabileceği imâlarıyla yeni şeytanlıklar tezgâhlanmak isteniyor.
Bu sakîm anlayış, 19. Asır Prusya Ordusu'ndaki subaylara ârız olan ve 'toplumu gütmekle Tanrı tarafından vazifelendirildiklerine inandıkları ve kendilerini, 'yarı tanrı' gibi görmek şeklindeki yanlış tasavvurlardan kaynaklanmıştı. Buna bizim tarihimizde 'Yeniçeri hastalığı' denilmiş ve o hastalığın hecmeleri içinde olanlar da nice kelleleri koparıp, ulûfelerini aldıktan sonra geçici bir süre yatışmışlardır, ama bu darbecilik ve zorbalıkla hükmetme hastalığı, tababet diliyle söylemek gerekirse, 'febris recurence'/ (tekrarlayan ateş)' denilen hastalık gibidir.
Evet, Yeniçeriler de, -gerçekte ülke/vatan ve toplumun için, toplumun aslî değerleri için bir savunma gücü olarak oluşturulmalarına rağmen-, zamanla asliyetlerini kaybetmişler ve 'toplumun kurtarıcısı' şeklinde görmek şeklindeki hastalığa mübtelâ olduklarından, nice Sadrâzam ve Padişahların kellelerini bile, 'İstemezük.' ve hattâ İslâm şeriatine, kanun düzenine göre hiçbir yetkileri ve kanunî izinleri olmadığı halde, 'Şeriat elden gidiyor, şeriat isterük!' narâlarıyla koparmışlardır.
Bu zorla kabul ettirme ve kelle kopartma yöntemleri, saltanat sistemi sona erdirildikten sonra, 'halkın ekseriyetinin iradesi' demek olan 'Cumhuriyet' iddiasıyla tesis olunan yeni rejimde de devam ettirilmiş ve Müslüman halkımıza, tarihleri boyunca düşman ve yabancısı oldukları hayat tarzları, kanunlar ve -sözde- değerler, binlerce mazlum kelleleri kopartılarak, bir 'deli gömleği' gibi zorla giydirilmiştir. 1789'daki Fransız İhtilâli'nden sonraki dönemde, eski ihtilalcilerin, 'Cumhuriyet'imizin diktatörlük günleri ne güzeldi.' diye hasretle andıkları jakobenist/ tepeden inmeci ve kelle kopartma yöntemlerin güncelleştirmek istercesine.
*
Nitekim milletimizin ordusu, sadece şu son 100 yılımızda bile, nice darbeci yöntemlerle ve her 10-15 yılda bir yapılan darbeler ve 'oldu-bitti'lerle, ülkemize ve halkımıza ne büyük acılar yaşatmışlardır. Ve bunların her birisi de, 'filân ilke ve devrimler adına' ve 'filânın askerleri oldukları' iddiası adına sergilenmiştir
Buyurunuz, sadece şu son 60-65 yıl içinde yaşananlara bir bakalım.
*'1957'deki '9 Subay' kıpırdanışı,
*-Başbakan Adnan Menderes ve 2 Bakanı'nı düzmece bir mahkeme kararıyla öldüren- 27 Mayıs 1960 Askerî Darbesi,
*-Harbokulu Kumandanı Kur. Alb. Tal'ât Aydemir liderliğinde- sahnelenmeye çalışılan 22 Şubat 1962 ve 21 Mayıs 1963'deki darbe teşebbüsleri.
*9 Mart 1971'de akîm kalan ve Demirel Hükûmeti'nin devrilmesiyle sonuçlanan 12 Mart 1971 Askerî Darbesi,
*Demirel'in bir kez daha devrilmesi ve bütün siyasî liderlerin siyasetten 7 yıl uzaklaştırılmasıyla sonuçlanan 12 Eylûl 1980 Askerî Darbesi,
*Başbakan Erbakan'ı, -sırf İslâmî kimliğinden dolayı- iktidardan uzaklaştırmak için 28 Şubat 1997'de gerçekleştirilen muhtıralı Askerî Darbe,
*28 Nisan 2007'de, Genelkurmay Başkanı tarafından TV ekranlarından yayınlanan muhtıra ile Tayyib Erdoğan Hükûmeti'ni devirme teşebbüsünün, Erdoğan'ın baş eğmeyen tutumuyla parçalanışı.
*Ve nihayet, 15 Temmuz 2016'da en kanlı şekilde ve bombardımanlarla sahneye konulmaya çalışılan Darbe Hıyaneti'nin, yine Tayyib Erdoğan'ın dik duruşu etrafında kenetlenen milyonların direnişiyle parçalanması.
*
Evet, bütün bunlar, vatan borcu olarak askerlik yapanlar dışında kalan ve askerliği bir meslek olarak seçenlerin üzerinde derin-derin düşünmeleri ve içinden çıktıkları millete ve ülkeye tekrar yaşatılmaması için kararlı olmaları gereken ihanet ve hıyanetlerden, koklamaya tahammül edilemeyen zakkum çiçeklerinden derlenmiş acı bir bûket.
Hepsinde de, 'Biz filân'ın askerleyiz.' diye kılıç gösterileri, dârağaçları, zindanlar, tanklar, uçaklar ve bombardımanlarla, sıkıyönetimlerle sergilenen kişiye veya güce taparlık gösterileri.
*
Son günlerde, kılıçlarınızı çekerek ve '... filânın askerleriyiz.' diyerek yeniden gündeme geldiniz veya kendinizi efkâr-ı umûmiyenin dikkat nazarlarına sundunuz, ya da sizi kullanarak birilerine mesaj vermek, korkutmak, sindirmek isteyenlerin oyunlarına âlet oldunuz. Bu 'filân' kim olursa olsun, önemli değil. Önemli olan, yaptıklarınızın kanunsuzluğudur.
Sizi kullanmak isteyen bir takım ideolojik savaş ve kaos ajanlarının hangi uluslararası fitne merkezlerinde kendilerine verilen programlarla sizleri, diktatörlük özlemi içinde olan hele de emekli askerleri, darbecilikleri içlerinde bir ukde olarak kalmış olanları yeniden heyecanlandırdı. Bazıları, gözyaşı döktüklerini bile söylediler.
Evet, askerliği bir meslek olarak seçenler, millete yeni acılar yaşatmak ve yeniden gözyaşları döktürmek için birilerinin oyuncağı değil; milletin haklarının ve iradesinin savunma gücü olmalıdırlar. Yoksa 'Geri kalmış ülkelerin orduları, kendi ülkelerinin işgalcisi durumundadırlar.' acı gerçeğini dile getiren geçmiş tecrübeleri tekrarlamış olacaklardır.
Son söz olarak belirteyim ki, bir büyük ve ârif Müslüman lider, kendisini, 'Biz senin askerleriniziz. ' diye selamlayanları; 'Hayır, ne siz benim askerlerimsiniz, ne de ben sizin. Hepimiz Allah'ın askerleri olalım.' diye ikaz etmişti..
Ve 100 sene öncelerde de Müslüman halkımızı, kimseye, 'Biz senin askerleriniziz.' demeksizin, 'Allah'ın askeri' olmanın şuûru içinde, bir çetin 'var olmak veya olmamak savaşı'na girmişler ve Allah'ın lûtfu ile muvaffak olmuşlardı.
Evet, askerliği 'meslek' olarak seçenlere benim sözüm, şimdilik bu kadar.
*