Çok moda ve bu yüzden de çok yıpranmış bir kelime: Aşk. Aşağıda geleneksel anlatılar içinde aşk ve sevgiden neler anladığımıza dair iki klişe örnek var. Klişe dediğime bakmayın, bugün 15-30 yaş arasındaki gençlerin annelerinin, babalarının severek ve değer vererek ya okuduğu ya dinlediği ya da seyrettiği metinler bunlar... Yani bizim kültürel suyumuzu içtiğimiz iki güzel ve tertemiz nehirden su taşıyıvermek istedim sizlere bugün. Üzüntümü ise, en sona sakladım.
Aşka ve sevgiye dair ilk örnek Mevlana Celaleddin Rumi'den (1207-1273) sizlere de tavsiye ederim ve hatta ''Fihi Mafih' adlı eserini, günümüzde daha fazlasıyla meşhur olan 'Mesnevi''sine göre, Mevlana'nın düşünce atmosferine aşina olabilmek adına, öncelikle okumak daha iyidir derim. Hazretten bir menkıbeyle girelim bahse...
''Adamın biri, oğlunu Bağdat'ta yaşadığı söylenen çok arif, âlim bir zâtın yanına verip yetiştirmek istemiş. Anadolu'dan kalkıp âlimin yanına gitmişler. Gittikleri yerde çok hoş karşılanmışlar. İkramlar yapılmış, kahveler içilmiş. Âlim kişi, babayı dinledikten sonra oğluna dönmüş ve şöyle sormuş: "Evladım, bekleyenin var mı?" Genç, "Evet efendim. Köyde beni bekleyen bir nişanlım var" diye cevap vermiş. Bu cevabın üzerine âlim kişi, gencin babasına dönüp şöyle demiş: "Efendi, gönlünde başkası olanın bizimle işi olmaz. Var oğlunu al, git ve nişanlısıyla bir an önce düğününü yap!"
Öyle de olmuş ama baba bu sefer ufak oğlunu alıp yola koyulmuş. Aynı şekilde karşılanmışlar. Kahvelerden sonra âlim kişi, ufak oğula sormuş: "Evladım, bekleyenin var mı?" Genç, "Yok efendim!" demiş. Âlim kişi şöyle sormuş bu kez: "Peki, hiç âşık oldun mu?" "Hayır efendim!" demiş genç. Âlim kişi tebessüm ederek şöyle karşılık vermiş: "Evladım, önce git âşık ol, öyle gel!" demiş.
Hakiki aşk bizi kemal seviyesine erdirecek uzun ve maceralı bir yoldur. Mevlana hazretleri, en minimal sevgiyle en müteal (aşkın) sevginin birbiriyle bağıntılı olduğunu söyler. Küçükten büyüğe giden epifanik bir yol vardır onun nazarında. Ve sevmek, ona göre upuzun, hatta sonu gelmeyen bir yoldur, bu yol, yolcusunu, Hakiki Sevgili'ye, vuslata taşıyacaktır. Tenden, maddeden, varsıllıktan, malikiyetten vazgeçmeden, dünyaya sırt dönmeden Hak sevgisi yolunda yürünmez. Nazlı yârin siması bile bir hayal olup uçar gider, ilahi aşk dünyadaki tüm aşkların ardında, perdeler ve peçelerin ardında, maverasındadır çünkü.
Diğer örnek; Cengiz Aytmatov'dan (1928-2008) onun daha çok filmiyle tanıdığınız ''Selvi Boylum Al Yazmalım' adlı eserinden... Kamyon şoförü İlyas zor koşullar altında çalışan delişmen bir genç adamdır. Asel (Asya) ile birbirlerini sevip kaçarlar, sonralarında düğünleri de olur ve bir oğulları da, fakat işler planladıkları gibi gitmez. Kırgızistan yeni kurulmaktadır, geleneksel yaşam ve kasabalaşma yeni yeni başlamıştır. İlyas, Asel ve oğlunu ihmal ettikçe bebek ve annesi çaresiz kalırlar, bunun üzerine Asel yollara çıkar fakat ne yol bilir ne adres, İlyas'ı bulmak neredeyse imkansızdır. Bu arada tam bebek ölmek üzereyken karşılarına Baytemir (Cemşit) çıkar insana değer veren, güvenilecek bir adamdır. Onlara sahip çıkar, onun evinde kalırlar, hatta evlenirler de. Aradan yıllar geçer. İlyas yeniden karşılarına çıkar. Asel uğruna hayatını adadığı adam olan İlyas'a mı gidecektir, yoksa, kendisi ve oğlu için yıllardır emek veren, onları içtenlikle seven Baytemir'le mi kalacaktır. Tam bu esnada öz babasının İlyas olduğunu bilmeyen küçük Samet, 'baba' diyerek Baytemir'e koşar sarılır.
''Sevmek dostluktur dilde, Sevgi neydi, Neydi sevgi, Sevgi emekti, Uçuşan yaprak, Boş bir salıncak ve mevsimler, hatıralar, sevgi en çok emekti...'
Bu, birisi çağdaş, diğeri ise klasik edebiyatımızdan iki örnek, bize, hangi anlatılar içinde büyüdüğümüzü, muhayyilemizin nasıl harmanlandığını gösteren, evet iki güzel 'klişe'dir. Lakin klişeler harflere benzer, onlarla konuşuruz, derdimizi onlarla anlatırız, dil harflerle konuşur, şiir harflerle yazılır, klişeler bir tür anne karnı gibidir bizleri sarıp sarmalayan. Bizi biz eyleyen. Değerler dünyamızı kuran...
'Seviyorsan, git evlen bence' şeklinde aniden kafaya '0' numara tıraş vururcasına söylenmiş cümle, elbette benim için zorlayıcı radikallikteydi. Ve üzgünüm gençler, 'bu masada birbirimize aşık olduk, diğer masada işte evleniyoruz'la giden işler, maalesef hüsranla bitiyor. Evlilik, 'yıkıl karşımdan!' dercesine, 'git evlen!' diye çarçabuk insan aparılacak bir yer de değil ki...
Ebeveynler olarak, eğitimciler olarak, büyükler olarak gençleri ne kadarıyla evliliğe hazırlıyoruz? İyi bir lise, iyi bir üniversite, iyi bir işe odaklı olarak yetiştirdiğimiz gençlere, bilmedikleri yerlerden soru soruyoruz oysa. Hayat sorumluluğunu yüklenmekten uzak, devamlı mızmızlanan, kırılgan gençlerimizin niçin evlenmediğini şikayet ederken, niçin kendimize bakmıyoruz, niçin onları nasıl ve niçin böyle eğittiğimize, niçin hiç sorumluluk yüklemediğimize dair niye kendimizi sorgulamıyoruz?
Mesele; çiftleşip derhal çocuk sahibi olmak mı, yoksa her türlü zorluğa göğüs germeyi göze alarak, emek vereceğiniz ama cidden emek vereceğiniz bir ömrü aileye dönüştürmek mi?