İnsanın bir noktadan sonra yeter artık!!! diye haykırası geliyor; hayır Moody’s’in tam Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesi şaibeli ‘not’ hamlelerinden, Fitch’in ‘Merkez Bankası faiz indirmeye devam ederse, not indiririz’ tehditlerinden bahsetmiyorum; bunları zaten bekliyorduk, ancak bütün bunların bu kadar hayasızca, hepimizi aptal yerine koyan, ‘kör gözüm parmağına’ bir zamanlamayla ve bırakın iktisat bilimini falan, insan aklına aykırı cümlelerle yapılmasına insan isyan ediyor.
Ama bu pervasızlık şu gerçeği de bize anlatıyor: Türkiye’de darbe dönemlerinde, darbe dönemlerinin zorunlu takipçisi olan vesayetçi iktidarlar zamanında IMF reçeteleri ve bu reçetelerin arkasındaki neoliberal iktisat mantığı, basının, akademinin ideolojik bombardımanıyla, tek doğru olarak kabul ettirilmiş. Bunları ‘doğru’ olarak anlatacak, uygulayacak akademisyenler, gazeteciler, bürokratlar siyasetçiler yetiştirilmiş.
‘Dışarıdan’ İngilizce yazılmış Türkiye hakkında gelen raporlar, değerlendirmeler itirazsız ve alternatifsiz belgeler olarak bu millete yutturulmuş.
İşte şimdi de aynı şekilde olacağını sanıyorlar; Türkiye ekonomisini eskisi gibi yöneteceklerini, istediklerini ekonomi yönetimine sokacaklarını, istemediklerini ellerindeki basın yoluyla, her türlü karalamayı yaparak, eskiden olduğu gibi tasfiye edeceklerini düşünüyorlar...
Öncelikle şunu söyleyeyim; Türkiye ekonomisinin, sonuçlarını düşük tasarruf, enflasyon, cari açık olarak gördüğümüz çok önemli yapısal sorunları var; ancak bu sorunların giderilmesi ve Türkiye’nin en azından 2023 hedeflerine varabilmesi için ‘bunların’ söylediklerini yapmaması, hatta tam tersini yapması gerekiyor. Yani ‘bunların’ söyledikleri yapıldığı için bu sorunlar var!
Ne diyorsunuz siz?
Bugün neoliberal tezleri takip edenlerin, Türkiye’ye enflasyonu önleme konusunda önerisi ne; tıpkı Para Kurulu uygulamalarına ve ortodoks IMF reçetelerine benzer ezberleri önümüze koyuyorlar; yani faizleri, ortalama sanayi kârlılığının ve dünya ortalamasının üstüne çıkar, böylece kısa vadeli sermaye girişleri ile yerel paran gereksiz değerli olsun, ücretleri düşür, kamu yatırımlarını kıs, altyapı ve eğitim sağlık gibi bütçeleri kuşa çevir... Ülken borçlu, ithalat bağımlısı ve küresel piyasalarda rekabetçi olmayan akıl dışı bir ekonomiyi sürdürsün ve hem cari açığın hem de enflasyon sorunun hiçbir zaman bitmesin.
Bu konuda o kadar çok örnek uygulama ve sonu krizle biten süreç var ki; örneğin geçmişte Arjantin, Türkiye hatta Afganistan’dan Angola’ya kadar olan tüm gelişmekte olan ve azgelişmiş ülkelerde, otarşik bir ekonominin simgesel kurumlarından biri olan Para Kurulları’nı kim önerdi ve uyguladı; birçok güney ve doğu ülkesinde, para politikası yoluyla dışarıya kaynak aktarmanın bir aracı olarak inşa edilmiştir Para Kurulları... Ülke yerel parasını, gerektiğinden fazla değerli tutarak, ülkeyi ithalat cenneti haline getiren ve dışarıya teknoloji-finans olarak bağımlı, komprador bir tekelci sermayeyi palazlandıran, borç ve rant ekonomisinin temel başlangıç kurumu olarak Para Kurulu müessesi hâlâ var. Merkez Bankaları, hâlâ bu anlayışın ideolojik mirası ile yönetiliyor.
Enflasyonu önlemenin tek aracının faizleri hızla yukarı çekerek, ülkeyi çöle çevirmek olduğunu söylemek, evinizi su bastığı zaman, suyu kestirip susuz kalmak ve susuzluktan ölmeyi tercih etmekle eş anlamlıdır.
Hedefdekiler niçin hedefte?
Ama yalnız bu konuda değil, birçok stratejik ekonomi başlığında, bu, insan aklına aykırı reçeteler ve dayatmalar etrafımızı sarmış durumda. Örneğin özelleştirme çok somut ve anahtar bir kavramdır. Bu ülkede, aynı çevreler, özelleştirmeyi devlet (kamu) tekellerinin özel tekellere devri (yağması) olarak anlattı. Soma faciası gibi facialar, yıllardır süren taşeronlaştırma gibi emek istismarı uygulamaları da bu anlayışın sonucu olarak önümüze geldi.
Şimdi Türkiye’de bunun yanlış olduğunu, gerçek anlamda, ülke yararına ve piyasa dostu özelleştirme anlayışının; kamu tekellerinin, kaynaklarının özel tekellere blok satışı ile olmayacağını, bu değerlerin hisselerinin -doğrudan- halka satılarak, mülkiyetinin yine halkta olması ama bu yapıların, borsaya açık anonim şirketler olarak piyasa şartlarında yönetilmesi gerektiğini söylüyoruz.
Bunu en çok dillendiren, yazan Yiğit Bulut’tur.
Dikkat ediyorum, bu konu başta olmak üzere, anti-tekel ve piyasa dostu, hemen uygulanabilir, somut öneriler yapıyor son zamanlarda Bulut, ancak bütün bu öneriler, büyük bir ustalıkla, otarşik, kapalı, uygulanamaz, maceracı tezler olarak tekelci sermayenin medyasında anlatılıyor. Tabii küresel tarafta da, başta Erdoğan’a savaş açan The Economist gibi dergiler olmak üzere, Türkiye’de ekonomi yönetimi bu anlayışın eline geçmemelidir spekülasyonu, tehditle karışık, yapılıyor. Aynı şeyi, “Türkiye ekonomisi, kapalı kapılar ardında, Londra’dan, Washigton’dan değil, Edirne’den, Trabzon’dan, Kars’tan yönetilmeli, faize ve ranta dayalı soyguna son vermeliyiz, bu ülke neoliberal politikalara mahkum olmayacak” diyen Numan Kurtulmuş için de yapıyorlar.
İptal olan stratejik ihale (yağma) ve ellerindeki son kale!
Bütün bu spekülasyon ağırlıkla olarak ne zaman başladı biliyor musunuz; 2013 yılının şubat ayında... Başbakan Erdoğan’ın iradesiyle, köprü ve otoyolların özelleştirilmesi ihalesi iptal oldu. Herkes şaşkındı; çünkü ihaleyi alan grup Koç-Ülker ve Malezyalı UEM Grup’tu. Koç bu ihale konusunda hem kendinden emin hem de iddialı idi. Çünkü yanına, stratejik bir kararla, Ülker ve Malezyalı bir ortak almış; bu ortakların iktidar nezdinde saygın olduğunu da hesap ederek ihalenin kesinliğine emin olmuştu. Ama evdeki hesap çarşıya uymadı. Çünkü artık çarşı bildikleri çarşı değildi. Onların denetledikleri piyasa, daha doğrusu, devletçi tekelci düzen ortada yoktu. Koç gibilerinin devletçiliği de, Başbakan’ın her fırsatta söylediği bürokratik oligarşinin kendileri tarafından denetlenmesi ve buna bağlı olarak, piyasa girişlerinin tamamen, yerleşik tekelci sermaye denetiminde olduğu bir sistemdi. Otoyol ve köprü geçişleri ihalesinin Erdoğan’ın inisiyatifinde iptal edilmesi, ekonomi yönetimindeki vizyon ve bakış açısı ayrışmasını da ortaya çıkaran bir gelişmeydi.
Şunu, bütün siyasi çekişmelerden ve tartışmalardan bağımsız olarak söyleyeyim; Erdoğan Cumhurbaşkanı oldu; bu bana göre bir devrimdir ve yeni bir Cumhuriyet’tir... Ancak, ekonomi yönetimini, The Economist’i yöneten ve bu dergide, Erdoğan’ı diktatör ilan eden sermaye çevreleri belirlerse bu, çok geçmeden bir karşı devrim de olabilir. Zaten, ellerinde ekonomideki statüko dışında bir şey kalmadı!