Vesayet organlarının siyaseti kontrol etme imkânı zayıfladığı için on yıl önce dile getirmeyi tahayyül dahi edemediğimiz konuları tartışabiliyoruz. Halen ne oluğunu kimsenin anlayamadığı demokratik özerklik de, federalizm de, bölgecilik de, üniter ademi merkeziyetçilik de tartışılıyor. Artık sorunların çözümü sivil siyasetin sorumluluğunda...
Artık vesayet mekanizmalarını veya toplumsal merkezi etkileme potansiyelini yitiren PKK (ya da onun içindeki otonom gruplar) anlamsız ve sefil saldırılarla Kürt sorununun çözümündeki ağırlığını kaybediyor. Başta Leyla Zana ve Kılıçdaroğlu olmak üzere, sivil aktörler inisiyatif üstlenmekte. Bu çok önemli, zira ülkedeki bu kirli savaşın yürütülmesinden nemalanan bir ya da birden fazla yapı var ve onların beslenme kanallarının kesilmesi şarttır. Bu konuda inisiyatifin sivil kanatlardan geliyor olmasının altını çizelim.
Yüz yıllık vesayet sistemi kurumsal haritası, ekonomik ve politik merkeziyetçiliği ve mevzuat ağıyla birlikte ayakta duruyor olsa da, sivil siyasetin ekonominin de yardımıyla yakaladığı rüzgâr devam ediyor. Vesayet organlarının siyaseti kontrol etme imkânı zayıfladığı için on yıl önce dile getirmeyi tahayyül dahi edemediğimiz konuları tartışabiliyoruz. Türkiye tartışıyor. Halen ne oluğunu kimsenin anlayamadığı demokratik özerklik de, federalizm de, bölgecilik de, üniter ademi merkeziyetçilik de tartışılıyor. Dün kıyametin kopmasına yetecek ifadeler bugün sıradan sosyal ve siyasal tartışma unsurlarından öteye anlam ifade etmiyor. Düşünsenize, 15 yıl önce “Anayasa bölgeciliğe ve bölgesel öz yönetimlere kapalıdır” diye partiler kapatılabiliyordu. Bugün söylenenin yüzde biri dahi o zaman parti kapatmaya yetiyordu.
Kabul edelim, Türkiye 2010 ile çok farklı bir mecraya girdi. Eskinin koşulları ve dinamikleri değişti. Siyaset yapma biçimi ve alışkanlıkları da buna bağlı olarak değişti, değişmek zorunda... Eski siyasi alışkanlıkların meşruiyet zemini tükendi. “Öcü”lerle politika yürütmenin zamanı geçti. Eski öcülerin yerine yenileri ikame etmek de işe yaramıyor. Dolayısıyla tüm siyasi aktörler yeniden oturup düşünmek, yeni siyaset tarzları geliştirmek zorundalar. Başta AK Parti olmak üzere tüm diğer partileri bekleyen en önemli sorumluluk yeni bir siyasal dil geliştirmek suretiyle bu sorumluluğun üstesinden gelmek ve ülkeyi mümkün olduğunca hızlı bir şekilde demokratik bir sisteme kavuşturmaktır.
Süreci baltalama girişimleri
Yine kabul etmek gerekir ki, vesayet ciddi bir şekilde gerilerken eskinin referanslarıyla hareket eden kimi kurumlar veya kişiler eski alışkanlıklarıyla ve politik kutsallarından aldıkları ilhamlarla süreci baltalamaya devam edeceklerdir. Özellikle Kürt sorunu bağlamında bu baltalama çabası içinde Türkler olduğu gibi Kürtler de olacaktır. Dış aktörleri saymıyorum.
Türkiye’de kimi kurumlar, özellikle yüz yıllık vesayet sisteminin yarattığı milliyetçilik zehirlenmesinin en fazla hissedildiği yargı cenahında, çokça örneğini gördüğümüz biçimde, siyaseti akamete uğratmayı amaçlayan adımlar atılabilir.
Ancak bunların yaratacağı lokal vurgunlar dahi ulusal çapta başlamış bulunan bu tartışmalara engel oluşturabilecek gibi görünmüyor. Türkiye’nin girdiği yeni mecrada makro siyaset kurumlardan önemli ölçüde bağımsız davranabilme gücüne kavuştu.
Çözümün anahtarı tam da burada yatıyor. Kurumlar için “çözüm”, ezberlenmiş ideolojik varsayımlar nedeniyle “tek” iken, siyasette çözüm olanakları sonsuzdur. Müzakere, diyalog, karşılıklı adımlar, diplomasi pek çok aşılmazın aşılmasını mümkün kılar.
Ama şunu da bilelim ki, faşizm limanını özgürlüğe doğru terk ederken, açık denizlerin risklerine de maruz kalacağız. Bu nedenle artık sorumluluk üstlenmenin zamanı...
Bu şu demektir; Uludere’de hareket halindeki hayvanı da görebilen, buna karşın Dağlıca saldırısında onlarca, belki de yüzlerce PKK’lıyı göremeyen Heronlar sorunu; Doğu ve Güneydoğu’da metrekare başına 4-5 kişi düşecek tarzda tıka basa doldurulan cezaevlerinden yükselen feryatlar ve ölümler sorunu; düşünce özgürlüğünde yaşadığımız gerileme sorunu artık sivil siyasetin sorumluluğunda...
Esas mesele siyasi aktörlerin bu sorumluluğun ne kadar farkında olduğu, bu sorumluluğun gereğini yerine getirmede ne kadar istekli olduğu ve çok daha önemlisi, bu sorumluluğu hakkıyla yerine getirmek için gerekli olan siyasal düzen değişikliğini ne kadar samimiyetle istediği...
Özgürlük alanlarının sınırını çizen anayasa ancak restorasyon olur
Dünya 21. yüzyılın koşullarında yeniden karılır ve yüzyılların geleneksel kurumsal yapıları yerle bir olurken, Türkiye’nin bu aşamada yeni bir Anayasa yapma şansını yakalamış olması tarihin sunduğu ender fırsatlardan biri.
Bu fırsat ile geçmişle barış perspektifini sağlayacak şekilde hesaplaşarak, toplum sözleşmesine giden yolu temizleyebiliriz. İkinci olarak bugüne kadar dışlanmış tüm kesitleri anayasa yapımında kurucu kabul edebilir ve siyasal düzeni tüm kesitlerin temsiliyetine açabiliriz. Üçüncü olarak dünyada ve çevremizde yaşanan alt üst oluşlara toplumumuzu hazırlayabiliriz.
Peki, ne yapılıyor şu an?
2010’dan beri sivil toplumun “Anayasayı halk yapacak, Meclis yazacak” düsturuyla sahadan başlayan anayasa çalışmalarında ortaya çıkan sonuçlar, yüzbinlerce görüş ve öneriler TBMM’ne sunuldu. TBMM Anayasa Uzlaşma Komisyonu kendi yol haritasında bu görüş ve öneriler temelinde bir anayasa yapımı usulünü benimsedi.
Ancak, görüş ve önerilerin toplanması aşaması biter bitmez, madde 1, 2, 3 diye metin yazımına başlanmış olması toplumsal talepler ekseninde bir anayasa yapılmayacağı, anayasa metninin dört partinin kendi iç pazarlıklarının bir sonucu olacağı kuşkusunu güçlendiriyor.
Detaylı ve teknik bir anayasanın ifadesi olan bu maddelerin yazımı, Anadolu’nun tamamında ortaya çıkan “kısa, öz, çerçeve, bireyi ve onun özgürlüklerini tanımlamayan, yalnızca devleti tanımlayan” bir anayasa talebini bütünüyle göz ardı edildiğini gösteriyor.
İskeleti, kurumsal yapısı ve temel anlayışı itibariyle önceki anayasalardan çok farklılaşamayan, halen 20. Yüzyıl anlayışlarına uygun olarak bireyin özgürlük alanlarının sınırını çizme iddiasında bir anayasa ile Türkiye geleceğe hazırlanamaz. Bu yalnızca bir restorasyon olur.
Eski komünist ülkeleri dahi 20 gecikmeli olarak taklit ediyoruz. Gerçekten de öyleyse?
Herhalde “malzeme bu, yapacak bir şey yok!” deyip işimize bakacağız...