Doğu Güneydoğu’da sembol niteliğinde iki hadise aynı anda yaşanıyor: Birisi Anneler’in “Çocuklarımızı istiyoruz” eylemi, diğeri, Diyarbakır - Bingöl yolunun terör örgütü tarafından trafiğe kapatılması.
Annelerin, Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi önünde sürdürdükleri eylem, bölgede artık bu tür sivil eylemler yapılabildiğini sembolize ediyor, yol kapatılması ise bölgede hala bu tür eylemler yapılabildiğini gösteriyor.
“Çözüm süreci” diye bir şey başladı ve sürüyor.
Bu süreçten beklenen, öncelikle ölümlerin durdurulması, paralel biçimde de, ölümlere yol açan zeminin rehabilite edilmesi idi.
Ölümler, bir şekilde gerçekleşen “çatışmasızlık uzlaşması” ile durdu.
Ancak zeminin rehabilitasyonu beklenen ölçüde gerçekleşmiş değil.
Annelerin çocuklarını talep eder hale gelmesi rehabilitasyon noktasında bazı gelişmelerin olduğunu gösterirken, hala yol kesiliyor olması da, sancılı yapının sürdüğüne işaret ediyor. Belki, bu eylemlere gerekçe gösterilen kalekol yapımları da, devlet nezdinde bölgede güvenlik sorununun hala güncel olduğu kanaatinin yansıması.
Doğrusu kimse, zemin rehabilitasyonunun bugünden yarına gerçekleşmesini bekliyor değildi.
“Kürt sorunu”nun tanımı ve çözümüne ilişkin “Statüko yaklaşımı” ve onun toplumda oluşturduğu yargılar vardı bir yanda, öte yanda ise, Kandil’den İmralı’ya, Avrupa’ya, Türkiye’nin derinliklerine sirayet eden silahlı - silahsız örgüt statükosu bulunmaktaydı.
İktidarın önünde, Kürtlerle ilgili sorunların belirlenmesine ve çözümüne ilişkin devletin bakış açısını yenilemek vardı, örgütün önünde ise, illegal varlığını, böyle sürdürülemeyeceğine göre, hangi gelişmelere bağlı olarak tasfiye edeceği sorunu bulunmaktaydı.
Örgüt önce ülkeyi terkedecekti, bu, çok cüz’i ölçüde -belki yaşlılar, hastalar ölçeğinde- gerçekleşti, sonra, “iktidar yeterli adımı atmadı” gerekçesiyle durdu. Şu ana kadar örgütün silahlı yapısında bir değişiklik olmuş değil. Dağın insan unsuru ile beslenmesi hadisesi de devam ediyor. Ancak, örgütün eylemliliğinde ciddi bir azalma olduğu bir gerçek.
Çatışmasızlık durumu, bölgede nisbi de olsa bir barış algısı oluşturdu, deyim yerindeyse toplum bu “barış”ı satın aldı.
Çünkü “Barış”la birlikte toplumun üzerindeki hem devlet baskısı, hem örgüt baskısı asgariye indi.
Devlet baskısı asgariye indi, çünkü Hükümet, örgütün varlık gerekçesi olan “Kürtlerin mağduriyeti”ni ortadan kaldırmak adına adımlar atmaya yöneldi. Hatta bölgeye ilişkin pozitif ayrımcılık yolunu tercih etti.
Örgüt baskısı azaldı çünkü, çözüm sürecinin olmazsa olmazı bu idi. Buna rağmen, şu anda halk üzerinde örgütün devletten daha çok baskı gerçekleştirdiği ve bunu kimlik savunması üzerinden yaptığı bir gerçek. Çünkü örgüt, bu baskı ile kendini var kılabiliyor.
Halk barışı satın alınca, sesi de, barışın sağladığı özgürlük ortamına göre çıkmaya başladı.
Gerektiğinde devleti de sorgulayabilen, ama örgüte de tavır koyabilen bir Kürt olgusu oluşmaya başladı.
Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi’nin önünde, bir anlamda BDP’nin alnacında annelerin, yarın hangi KCK’lı kapımı çalıp da evimi ateşe verir korkusunu elinin tersi ile iterek, çocuklarını talep edebilmeleri, bu yeni iklimin sonucudur.
BDP’liler henüz bu yeni iklime adapte olmuş gözükmüyorlar.
Yarın BDP’nin belediye seçimlerini kazandığı şehirlerin halkı, hizmet talebiyle kapılarına dayanacaktır, yeni dönem böyle bir halk - belediye ilişkisini de gündeme getirecektir. Kimlik önemli ama, kötü hizmeti kimlik vererek yedirmeye çalışmayın, itirazları yükselecektir.
Yol kesmek, kimlik sormak, yolu trafiğe kapatmak, hala dağa adam götürmek... Bunlar örgüt adına ayrı bir statü için mücadele verildiğinin göstergesidir. Bu irade hala diri ve ayakta olduğu iddiasındadır. Bu mesajın, Hükümetten daha çok bölge halkına yönelik bir baskı-tehdit içerdiği de görmezden gelinemez.
Bölge için barış demek, evet, devletin baskısından kurtulmak demektir ama en az onun kadar, örgüt ipoteğinden de kurtulmak demektir. Devleti yine de hukukla sorgulayabilirsiniz, örgütü nasıl sorgulayacaksınız?