AK Parti 2002 yılında iktidara geldiğinde işi çok zordu: Ekonomi dip yapmıştı. Deprem ve ekonomik kriz nedeniyle Türkiye ekonomik açıdan tam bir enkaz görünümündeydi. İpler IMF’nin eline geçmişti.
Aynı şekilde tüm siyasi partiler en az bir kez denenmiş ve seçmen adeta alternatifsiz kalmış, siyasete olan inancını yitirmeye başlamıştı. Vatandaşın gözünde siyasiler yozlaşmanın en son noktasındaydı. Tüm klasik siyasi partiler çökmüştü. En kötüsü 28 Şubat Darbesi’ni birkaç yıl önce yapan generaller darbenin gerekirse bin yıl süreceği konusunda kararlıydılar. Sıradan insanlar bile kendi ordusu tarafından fişlenmeye devam ediyordu, insanlar hala annelerinin veya eşlerinin kılık kıyafeti nedeniyle işlerini kaybedebiliyordu. Dışarıda ise 11 Eylül nedeniyle her yer toz dumandı. ABD Afganistan’a girmişti, Irak’a ise girmek üzereydi.
AK Parti böylesine zor şartlar altında hükümeti kurdu ve 2002’den bu yana girdiği tüm seçimlerden birinci parti olarak çıkmayı başardı. Ekonomi ayağa kaldırıldı, ihracat 100 milyar doları aştı, konut projelerinden hızlı trene Cumhuriyet tarihinin en yoğun yatırım kampanyaları başlatıldı, gidiş-geliş yollar ülkenin dört bir yanına yayıldı... Siyasette generallerin ağırlığı ortadan kaldırıldı, faili meçhul cinayetler dönemi bitti, Kürt realitesi gerçekten tanındı, “asla olmaz” denilen siyasi reformlar bir gecede yapıldı, Türkiye pek çok alanda birçok AB ülkesini geçti... Sosyal yardımlarda rekor artışlar yaşandı, Türkiye sadece kendi gariplerine değil, dünyanın yardıma muhtaç insanlarına da rekor yardımlarda bulundu...
Kısacası AK Parti dibe vurmuş bir ülkeden büyük bir başarı hikâyesi çıkardı. Elbette Türk halkı da bu başarıyı takdir etti ve partinin oyları uzun iktidar dönemine rağmen azalmak yerine %50’ye kadar yükseldi. Türkiye Menderes ve Özal’dan sonra ilk kez bu kadar uzun süreli bir istikrar dönemini yaşadı. Şüphesiz Erdoğan bu sayede ismini tarihe altın harflerle yazdırdı.
Rakipsiz
2007 seçimlerinden önce AK Parti’nin doğal enerjisinin en az 2015 yılına kadar yeterli olacağını ifade etmiştim. Halen aynı görüşteyim. Eğer AK Parti kendi içinde bir hata yapmaz ise 2015’te dahi partinin ciddi bir alternatifinin olmayacağı anlaşılıyor. Belki de partinin en büyük dezavantajı da bu olacak. Çünkü her siyasi hareketin hayal ettiği muhalefetsizlik aslında onun en büyük dezavantajıdır. Darbe ihtimali azaldıkça AK Parti zirvede yalnızlığın risklerini daha fazla yaşayacaktır, çünkü legal siyasette AK Parti zaten rakipsizdir. Onu kamuoyu önünde kontrol edebilecek ve tedbirli davranmasını sağlayacak kadar sıkıştıracak tehditler ortadan kalktıkça bu rolü partinin kendi kendisine yapması gerekecektir ki bunun zorluğu açıktır. Belki de CHP’nin Türk siyasetine en büyük kötülüğü de burada ortaya çıkmaktadır.
AK Parti’yi bekleyen ikinci önemli risk ise her geçen gün daha büyük bir geçmişin ona ait oluşudur. Sizin yönetiminizdeki geçmişe ise eleştirel bakmanız zordur. Uzun yıllar süren iktidarlar sonunda yöneticiler hatasıyla sevabıyla geçmişi sahiplenmeye başlarlar ki biz buna ‘statükonun parçası haline gelmek’ diyoruz. İşte, Sayın Erdoğan’ın doğru olarak tespit ettiği kadro tazelenmesiihtiyacı bu riski ortadan kaldırabilir.
Parti’yi bekleyen bir diğer risk ise çıtanın fazla yükselmesi nedeniyle beklentileri karşılamadaki zorluk olacaktır. AK Parti son 10 yılda pek çok alanda en az iki haneli artışlar yakaladı. İyileşmeler bazı alanlarda % 300 gibi olağanüstü düzeylerde yakalandı. Bundan sonrasında aynı rakamları yakalayabilmek kolay olmayabilir.
Son olarak AK Parti’nin ömrünü uzatması ve Türkiye’nin gelecek 10 yılına da damgasını vurabilmesi tazelenmiş kadrolar kadar yeni kelimeler kurabilmesine de bağlıdır. Çünkü bizim ‘Yeni Türkiye’ dediğimiz Türkiye dahi çoktan eskidi... Dünya ve ülkemiz hızla değişiyor. AK Parti, geçmişte olduğu gibi bu değişimi ne kadar takip edebilir ve gereklerini ne kadar yerine getirebilirse o kadar uzun yaşayacaktır. Kısacası AK Parti’nin 4. Kongresi bir veda kongresinden çok, bir yeniden başlama kongresi sayılmalıdır.