Suudi Arabistan’ın Yemen müdahalesi kimseyi şaşırtmadı. Fakat asıl şaşırtıcı olmayan, hatta göz göre gelen ise İslam coğrafyasında mezhepçi politikaların yarattığı kutuplaşma. Allah muhafaza, böyle devam ederse bu kutuplaşmanın geniş ölçekli bir sıcak çatışmaya dönüşme ihtimali hiç uzak değil.
Suudi Arabistan, Islah Hareketi’nin gücünü kırmak için Husiler’in güçlenmesine göz yumdu. İran ise Yemen’i uzak karakolu haline getirmek adına Husiler’e her türlü desteği verdi. Askeri eğitim, danışmanlık, silah... Ama daha önemlisi, devrik lider Ali Abdullah Salih ve oğlu, Cumhurbaşkanı Mansur Hadi’yi zayıflatmak için her türlü kirli ittifaka girdi. Husiler’in Suudi Arabistan ve Ali Salih eliyle güçlendirilmesi işte bu şekilde oldu. İran ise en iyi yaptığı şeyi yaptı ve tıpkı Lübnan’da Hizbullah ile yaptığı gibi Husiler üzerinden de Yemen’de rol aldı.
Suudi Arabistan nihayetinde Arap Birliği’ni de yanına alarak İran’ın bölgedeki Şii yayılmacılığını durdurma kararı aldı.
Önce bir günaydın, sonda da geçmiş olsun demek gerek!
***
Mesele çok karışık gibi gözüküyor ama aslında hiç değil. Felaket senaryosu gözümüzün önünde adım adım kendini gerçekleştirdi. Mesul arıyorsak ABD ve Rusya’dan önce Suudi Arabistan ve İran’a bakmamız gerek.
Sünni dünyanın farklı ülkelerde o ülkenin meşrebine göre şekillenmiş en güçlü siyasal hareketi ve halk iradesinin darbe ve siyasi cinayetlerle bypass edilmesinin faturasıdır bu karşımızda olan.
Lafın tamamı şöyle: İhvan’ı yok etmek adına şiddeti meşru gören selefi örgütleri desteklerseniz olacağı budur.
Türkiye, Mısır’ın halk iradesine dayalı demokratik bir yönetime kavuşması için ve böylece bölgenin etkileşimli olarak demokratikleşmesi için azami çaba sarf etti. Tunus’ta, Libya’da, Mısır’da, Suriye’de halk iradesine dayalı yeni bölgesel düzenden yana tavır aldı. Ancak Tunus dışında hiçbir örnek başarıya ulaşamadı. Demokratikleşme süreci, domino etkisi yapması çok muhtemel olan Mısır’da bizzat Suudi Arabistan eliyle ve Sisi darbesiyle tersine çevrildi.
***
İran ise Türkiye için tam bir hayal kırıklığı oldu. Sadece Birleşmiş Milletler dahil pek çok uluslararası platformda sisteme dahil etmek adına İran’ın arkasında duran devlet yetkilileri nezdinde değil, 1979’daki devrimin heyecanlandırdıkları için de hayal kırıklığı oldu. İran İslam devrimi diye alkışladıkları şeyin kısa sürede kendi halkı için baskıcı bir yönetime dönüşmüş olması bir yana giderek baskın hale gelen mezhepçi anlayış İran’a olan bakışı değiştirmeye yetti.
2003’te ABD’nin Irak’ı işgalinden sonra gelişen şartların, İran’ın mezhepçi bir dış politika yürüttüğü, Şiiliği araçsallaştırdığı, El Kaide benzeri ve devlet destekli Şii milisleri eliyle bölgede bir istikrarsızlık kaynağına dönüştüğü aşikar. Bundan böyle İran’ın anti-emperyalizm soslu vicdan edebiyatı inandırıcılığını tümden yitirmiş durumda.
İsrail-İran diyalektiğinin ayakta tuttuğu cesametin son derece sekter ve mezhebi bir ayrıştırıcılığı beslediği de ortada.
Amerika’nın İran ile yaptığı nükleer müzakereler İslam dünyasını mezhep savaşına yaklaştırmaktan başkaca bir işe yaramıyor.
ABD’nin Suriye’de çark etmesi, Suudi Arabistan’ın Mısır’da darbeyi finanse etmesi, meşru aktörlerden boşalan ve El Kaide, IŞİD gibi terör üreten aktörlerin devreye girdiği her yerde İran’ın Şii milisleri aracılığıyla yayılmacı ve istikrarsızlaştırıcı bir rol oynaması İslam dünyasını bir mezhep savaşının eşiğine getirmiş durumda.
Bu şartlar altında Türkiye’nin feraset ve basiretli bir yaklaşımla tehlikeyi gösteren taraf olması çok önemli. Suudi Arabistan ve İran tarzı değil Türkiye tarzı bir yaklaşım yaklaşmakta olan tehlikeyi bertaraf edebilir.