Vaktiyle yılda birkaç kez çıktığım Washington seferlerinde Türkiye konulu bütün etkinliklerde onu görürdüm. Görevi buydu çünkü. En son, Türkiye’deki yeni yönetimi kötüleme inadı yüzünden Obama döneminde gözden düştüğünü ve resmi bir soruşturmaya konu olduğunu hatırlıyorum.
Orada kalmışım...
Meğer emekli olmuş, Türkiye ve Ak Parti konusunda ne kadar haklı olduğunu ispat etmek için konferanslar veriyor, yazılar kaleme alıyormuş... Artık korkmadan, çekinmeden, “Ne derler?” diye düşünmeden kafasına takkesini (yermulka) takmaktan da geri durmuyormuş...
Tel Aviv’deki Türkiye konulu bir konferansta geçen ay yaptığı 15 dakikalık konuşmayı YouTube’a koymuşlar; giderek Woody Allen’a benzemeye başlamış hayli kırışık yüzü ve karşısındakilerle dalga geçer gibi konuşma üslubuyla işte yine karşımdaydı...
Yolu Washington’a düşen Türkiye’den gelmiş her gazeteciyi onun Pentagon’daki makam odasına götürürlerdi. Bazısı ondan aldığı cesaretle, “Hiçbir yabancıya açılmayan kapılar bana açıldı ve Pentagon’a girdim” diye haberleştirirdi macerasını... Kimi ise ondan öğrendikleriyle kitaplar yazardı...
Hiç kimse ‘takiye’ sözcüğünü duymamış, anlamını bilmezken, bir yazarın kulağına, “Turgut Özal var ya Turgut Özal, o bir takiyeci” diye fısıldayan oydu. Türkiye siyasi literatürü ‘takiye’ sözcüğünü onun sayesinde öğrenmiş oldu...
Ufuk Güldemir’in ilk kullanıcısı olduğu ‘beyaz Türk’ kavramının esin kaynağı da o muydu, bilmiyorum... Ancak ‘Teksas-Malatya’ kitabına hayli malzeme sağladığı çok belli...
Serdar Turgut en önemli haberlerinin bazıları ile bugünü değerlendirirken hâlâ kullandığı bilgilerdeki katkılarını hep anar...
28 Şubat (1997) döneminde, olumsuz şartlanmalara muhatap Amerikalıları aydınlatalım diye Turkish Daily News gazetesi adına Washington’a gittiğimizde, İlnur Çevik ile benim konuşmalarımızı beğenmemiş, ağır eleştiriler yöneltmişti... Herhalde Pentagon’daki görevinin aleni tavır almasını garip kaçıracağını düşünerek salonda değil de dışarıda sesini yükseltmiş olmalı.
Duvar’ın çökmesi sonrası genişleyen ilgi alanına yeni girmiş Türk cumhuriyetlerinde konuşulan dillerin herbirini altı ayda öğrendiğini söylemişti; Türkçe yanında Ortadoğu’da konuşulan bütün dillere vâkıftı zaten...
‘Musevi Lobisi’nin en önemli örgütleriyle iç içe olduğu biliniyor; sonradan Amerikan gizli belgelerini İsrail’e sızdırmakla suçlanan Douglas Feith ve Larry Franklin ile birlikte FBI tarafından hesaba çekilmesinin, Senato soruşturmasına muhatap edilmesinin sebebi de o iç içelikti...
Ak Parti’nin yurt dışında sorunlar yaşamaya başlamasıyla onun düşünce üreten bir kuruluşta çalışmaya başlaması arasında bir ilgi olabilir mi? İmzasıyla yazdığı Türkiye’yle ilgili ilk yazının tarihi 4 Haziran 2010. Yazıda ‘İslâmcı’ diye tanımladığı Ak Parti’nin ülkede bir diktatörlük oluşturduğu iddia ediliyor...
2010 Haziran ayında bakın ne yazmış: “Türkiye’nin kimliğiyle ilgili savaş bitmiş değil. Lâik güçler hazır bekliyor. Örgütlü olmasalar bile tutkulu pek çok lâik var.” İran çağdaş ülkeler arasında yerini alabilir, buna karşılık Türkiye Batı-karşıtı cepheye geçebilirmiş... “Dünya için büyük tehlike” diye bitiyor “Bunlar diktatörlük (‘tyranny’) kurdu” tezini işleyen yazısı...
O günden bugüne sayısız makale kaleme almış, hepsi aynı minvalde... ‘İslamofobik’ dozu giderek artan ve insaflı Musevi yazarları bile rahatsız eden yazılar... Dayanamayıp, “Haydi, ne duruyorsunuz” anlamı çıkarılabilecek bir sabırsızlık hissediliyor Gezi sonrası çıkan yazılarında...
Üç çizgi varmış İslâm Dünyası’nda ve hepsinin Türkiye’de izdüşümleri bulunuyormuş: ‘İhvan’ çizgisi... ‘Vahhabi’ çizgisi... Ve çağdaş İslâm... Tel Aviv’deki panelde bunların herbirinin kimler tarafından temsil edildiğini adlı adınca anlatıyor... Bana göre gülünç benzetmeler, ama dinleyicileri etkilediğine eminim...
Fethullah Gülen hareketinden de söz etmeye başlayınca biraz daha kulak kabarttım. Hayır, Gülen Cemaati’ni de ‘tehlikeli’ buluyor...
Yazının burasında “Kimden bahsediyor?” diye heyecanlandığınızın farkındayım. Hazreti tanıyan tanıyor, ama bilmeyenler için ismini de yazayım: Harold Rhode... (BİTTİ)