Yüksek sesle ifade edeyim: Adına “diaspora” denilen kurumla Erivan’ı ele geçirmiş “Dağlık Karabağ mafyası” ne yaparsa yapsın, benim, Markar Esayan veya Etyen Mahçupyan ile aramı bozmaya hiç niyetim yok... “Milliyetçilik” kavramının bir milletin aşağılanmasına yol açmasına, Papa 2 yıl sonra bir kez daha “soykırım” kelimesini kullandı diye bütün Ermeni milletine dönük eski söylemlerin canlanmasına çanak tutacak halim de yok...
Agos’un kaldırımında üzerinde beyaz bir örtüyle yatan Hrant’ın cenazesi karşısında duyduğum ve aradan geçen yıllara karşın asla azalmayan üzüntümü de bir kenara bırakacak değilim...
Aksine, 24 Nisan’a doğru yaratılmaya çalışılan bu fırtınaya en net yanıtın, bizimle birlikte bu coğrafyada yaşayan, bu ülke için fikir üreten, siyasi riske giren, çalışan, vergisini veren, geçmişin tüm aşağılanmalarına karşın toprağında kök salmaya çalışan Ermeni dostlarıma sahip çıkmak olduğuna inanıyorum. Onlar, sınırlarımızın ötesindeki sesi yüksek çıkan bir kalabalığın yarattığı gereksiz gerginliklerin kurbanı olamazlar...
Tarihe iyi bakmak...
Soğukkanlı sorulara ve cevaplara ihtiyacımız var. 1915’te Osmanlı’nın Ermeni nüfusun yaşadığı bölgelerinde gerçek bir “soykırım” (genocide) suçu işlendi mi? O dönem, sivil Ermeni halkın yaşadıkları bir ulusal/dini grubun “nihai çözüm” mantığı çerçevesinde topluca ortadan kaldırılma girişimi miydi?
Tarihi gerçekler, yaşanılanın bir “soykırım”dan çok, devlet tarafından düşmanla işbirliği potansiyeli yüksek bir ulusal kimliğe karşı bölgesel “tehcir” yoluyla “democide” uygulandığını gösteriyor. “Soykırım”, esas olarak “sanayi toplumu alt yapısını kullanarak, bir ulus/etnik/siyasi topluluğu hangi coğrafyada yaşar yaşasın bulup, ortadan kaldırma planlaması olarak değerlendirilmeli.
Nazi Almanyası’nın 2.Dünya Savaşı’nda yaptıkları bunun “tipik” örneği ama 20.nci yüzyıl tarihi daha vahim iki örnek daha barındırıyor: Stalin döneminde Sovyetler Birliği, Mao döneminde ise Çin Halk Cumhuriyeti’nde “insan eliyle yaratılmış” açlık krizleri!.. 62 milyon Sovyet vatandaşı ve 77 milyon Çinli siyasi otorite tarafından tasarlandıkları ortaya çıkan bu açlık politikaları sonucunda ölüp gittiler...
Bu açıdan baktığınızda Türkler’in Balkan Harbi’nde yaşadıkları “büyük felaket” bir soykırım mıdır, yoksa dedelerimiz bir “democide” ile mi karşılaşmışlardır?
Türkiye ile Yunanistan’ın Lozan Anlaşması çerçevesinde gerçekleştirdikleri “mübadele” karşılıklı mutabakat ile tek kurşun atılmadan yapılmış bir “etnik temizlik” ve “mübadele zihniyeti” Türk ve Yunan devletlerinin derin odaklarına yerleşen “vesayet faşizmi”nin başlangıç noktası mıdır?
“Mübadele zihniyeti” mi, 1938 Dersim’in yaşanmasına neden oldu?
Sorulacak çok soru var ve tarihe doğru bir açıdan, iyi bakmak zorundayız...
Bu nedenle, Türkiye’nin, “gelin bütün arşivleri açıp bu işin kararını bağımsız bilim adamlarına bırakalım” çağrısını önemsiyorum. Bu yönde atılacak bir adım, bize, yalnız 1915’in değil, yakın tarihin bütün tartışmalı konularının üzerine gitmemizi sağlayacaktır.
Erivan’dakiler için üzgünüm...
Komşusu Azerbaycan’ın topraklarının yüzde 20’sini işgal ederek “siyasi mafyalaşma” yaratan bir kadronun eline kalan Ermenistan halkı için kaygılıyım... Özgürlüklerini ellerinden alan bir “çete”nin yaşam kalitelerine vurduğu ağır darbe ile 21’nci yüzyılın hiçbir entegrasyon projesinde yer alamıyorlar. Bölgelerinin yükselen iki ülkesinin arasında sıkışmış, bu nedenle sınırlarını Rus askerlerinin koruduğu bir “bağımlı millet” görüntüsü veriyorlar. Başkalarının topraklarını işgal macerasını sürdürürken, kendi topraklarının, ulusal kaynaklarının işgal altında kaldığını, günlük yaşamlarını sürdürmek için her yıl diasporadan gelecek paraları beklemelerini izlemek hazin...
Bir milletin “milliyetçilik kavramı”nın bir başka milleti hedefe oturtmaktan ibaret olması vahimdir, bu, genç kuşaklarının öfkeli ve yalnız olmasıyla sonuçlanır. Uluslar açısından asıl yıkım, “düşman” kabul edilenin toplum yaşamında sabitlenmesiyle başlar!..
Sabit bir düşmana dayalı ulusal bilinç arayışının sonu toplumsal paranoya ve şizofrenidir.
Erivan’daki “çeteci politikacılar” ve kendilerini “varlık teminatının hırsına kaptırmış” diaspora liderleri bizim kendilerine öfkelendiğimizi düşünebilirler, bu yanlıştır.
Biz sadece üzülüyoruz...
Daha yapıcı, yüzümüzü kalıcı işbirliğine dönmüş şekilde yaşayabilirdik... Olmuyor...