“Bu ülkede İslam düşmanlığının kökleri sandığınızdan daha derindir”demişti ateist bir tanıdığım.
Halkının büyük çoğunluğunun kendisini Müslüman olarak tanımladığı bir ülkede böyle bir yargı ilk bakışta tuhaf, hatta saçma görünebilir.
Ama değil.
İslam karşıtlığından söz etmiyorum. “İslamofobi” kavramı da tam karşılamıyor.
“Müslümanlara yönelik ihlal üreten ayrımcı önyargı”dan “anti-Müslümanlık”tan söz ediyorum.
**
Yıllardır insan haklarını savunurum, okumuş yazmış çevrelerde en zorlandığım ve defalarca başa dönüp “mantığa giriş” dersi gibi konuşmak zorunda kaldığım konu, garip bir biçimde Müslümanların hakları oluyor.
Hangi insan hakkından söz edersem edeyim, Müslümanlar söz konusu olduğunda, çoğu kez sıfırdan başlayıp, o haktan onların da yararlanması gerektiğini, “yeni başlayanlar için coğrafya” türü kitapların diliyle izah etmek zorunda kalıyorum.
Hem de bazen, asap bozucu bir şekilde, insan hakları savunucusu arkadaşlarıma.
Başörtüsü yasağının kaldırılması sürecinde telaşla bazı üniversite hocalarının “önce Kürt sorunu, işçi hakları…” diye başlayan utanç verici “Türban Bildirisi”ni hatırlarsınız.
Ya da bir üniversitede evrim teorisi karşıtı bir panele izin verilmesini “bilim adına” protesto eden akademik özgürlükten nasipsiz hocaları.
En çok Kürt Sorunuyla, azınlık haklarıyla ilgili yazdığım halde, ne zaman başörtüsü sorunundan söz eden bir yazı yazsam, “sen zaten Müslümanların haklarından başka bir şey bilmezsin” türü mesajlar gönderenler oluyor.
Anlıyorum ki, o mesajı yazanlar için onlar öylesine büyük bir nefret objesi ki, o üç-beş yazı, bütün ötekileri siliyor ve sadece o yazıları görünür kılıyor.
Çocuk Hakları Sözleşmesi’nden söz ediyoruz, konu Müslümanların kendi çocuklarının eğitimine, ailenin belirleme hakkına geldiğinde, aynı dernekte insan haklarını birlikte savunduğum bir arkadaşım, bir anda hiç farkında olmaksızın paradigma değiştirip, saçma sapan Kemalist itirazlarla karşı çıkmaya çalışıyor.
O karşı çıkışın, duyarlı olduğu diğer kesimlerin hak taleplerinin de altını oyduğunu fark etmeden.
Bazen başa dönüp, insan haklarının alfabesinden başlamak zorunda kalmanın yorgunluğu çöküyor üstüme.
**
“Müslümanlar’a karşı genlere işleyen bu nefret ve küçümseme ‘ilerici’ ruhları öylesine ele geçirmiştir ki, çoğu zaman içine düştükleri korkunç çifte standardın farkına bile varamazlar” diyorGülay Göktürk.
Doğru söylüyor.
Son tartışmaları bir düşünün.
İfade özgürlüğünü savunmanın ötesine geçip, “beni de Fazıl Say” diyebilenler, benzer bir ifadeyi bir Akit yazarı “laik kesimi” niteleyecek şekilde kullansaydı, o zaman da “hepimiz falancayız” diyebilecekler miydi?
“Canım o dememiş, retweet yapmış” diyecekler miydi? Demeyeceklerse, bu ahlaki olmayan istisnacılığı nasıl açıklamalı?
**
Türkiye’de her kesimde çifte standart var. Her kesimde önyargı var.
Ve aynı ayrımcı önyargının Müslümanlara yöneleni de var.
Özellikle de “eğitimli” kesimler bu enfeksiyona fazlasıyla maruz kalmış durumda.
Bazen “azınlıkta kalanların haklarını koruma” adına karşı çıkıyorlar Müslümanların haklarına.
Cuma saatine ders ve sınav koyulmasın, isteyen kamu çalışanları da namaza gidebilsin diyorum, “ya gitmeyen ne olacak?” diyorlar.
Çoğunluktan gelecek ihlallere karşı duyarlı olmayı anlarım. Ama çok açık ki, bu genel bir yasağı haklılaştırmıyor.
Ve azınlığın hakkını korumanın yolu, çoğunluğun hakkının tanınmamasından geçmiyor.
Onlar da bunu biliyor aslında. Ama bambaşka psikolojik süreçler devreye giriyor.
Bu patolojik ruh halinin kaynağında ne var bilmiyorum.
Acaba “İslam bizi geri bıraktı” mesajının ilkokuldan itibaren sürekli olarak alt metinlerle bir şekilde zihinlerimize işlenmiş olmasıyla mı ilgili…
Çocukluğumuzdan itibaren öğretilen Kubilay hikayeleriyle mi…
Fazla Hürriyet okumakla mı…
Yoksa bütün bunların ötesinde, teolojik veya uhrevi bir açıklaması mı var, bilmiyorum.
Ama var böyle bir durum.
Resmi eğitimin tornasından geçmiş Türkiyeli okuryazarların antisemitizmi bu.