10 Kasım resmî ağlama törenleri de nihayet geçti.. Bu törenler 9 Kasım akşamından başladı, diyecektim, ama, hayır-hayır!. Hattâ bir ay önceden başlamıştı da denilebilir. Çünkü, TRT'nin 9 Ekim gecesi Anıtkabir'in temelinin 1944'te atılışının bilmem kaçıncı yıldönümü diye, o konu, öyle yoğunluklu bir duygu coşkusuyla ve defalarca anlatılmıştı ki, işaret etmekle değinip geçelim.
Ortaokul yıllarında fazla bir tören olmazdı, küçük kasabamızda.. İlk gençlik yıllarımızda, 1960'da, Ankara'da Sağlık Okulu'nda 'leylî/ yatılı' olarak okurken; okul müdürümüz olan Dr. zâtın, davetliler ve 450 öğrencinin karşısında ağlayarak yaptığı ve önündeki masaya konulmuş altın yaldızlı bir büst'e bakıp, 'Atam, sana inanıyoruz, sana tapıyoruz atam!.' diye hıçkırarak ve kendinden geçercesine haykırışından dehşete düşüşümü hep hatırlarım. (O sıralarda Peyâmî Safâ bile, 'Biz Atatürk'ün gövdesine tapınan putperestler değiliz!' demek noktasına geldiğinden, Kemalist-laikler, onun yazdığı Milliyet'i de 'gerici' saymaya başlamışlardı. Öğrenciler adına yapılan konuşmada Peyâmî Safâ'nın o sözünü tekrar edişim, 'buz' gibi bir hava estirmeye yetmişti. Evet, ölümünün 22'nci yıldönümünde, sabahtan akşama kadar bütün derslerde de, hemen tamamı Doktor olan hocalarımız, hüngür-müngür oluşları ve burunlarını çeke-çeke ağlamaları da hâlâ gözlerimin önündedir.) O gün, Ankara'da Sıhhiye'den Kızılay'a uzanan caddenin sol tarafındaki büyük bir sinemada anma toplantısı yapılacağı açıklanmış ve ben de gitmiştim.
Genç bir siyasetçi olarak ismi yeni yeni sivrilmekte olan ve o sırada CHP'nin yayın organı 'Ulus' gazetesinde günlük makaleler yazan Bülent Ecevit gelmiş, resmî nutuklara paralel bir konuşma yapmıştı. Daha sonra, M. Kemâl'in cenaze törenlerinin komutanlığını yapmış olan Fahreddin Altay isimli emekli bir orgeneral ise, M. Kemal'in ölümü sırasında Başvekil olan Celâl Bayar'ın 'gerek yoktur' diyerek cenaze namazı kıldırtmadığını söylemişti. (C. Bayar o sırada Yassıada'da yargılanmaktaydı..) Ki, Fahreddin Altay'ın yayınlanmış hâtıralarında anlattığı öyle konular vardır ki, burada tekrarından teeddüb edilir.) Ondan sonraki konuşmacı ise, dünya matbuatında, '27 Mayıs İhtilâli'nin kudretli albayı' olarak anılan Alparslan Türkeş'ti.
Askerî üniforması içinde ve gerilimli bir yüz hattı ile kürsüye gelen Türkeş, 6 ay kadar önce, 27 Mayıs Darbesi'ni radyodan ilân eden o boğuk ve tok sesiyle konuşmaya başladığında tıklım-tıklım dolu sinemada çık çıkmıyordu.. Adnan Menderes ve bütün Demokrat Parti kadrolarını, 'Türk Milleti adına..' diyerek yargılayan düzmece bir Yüksek Adalet Divanı'nda muhakemeler yeni başlamıştı.
Her akşam, 'Bebek Davası, Köpek Davası' gibi yargılamalar radyodan yayınlanıyordu. Maksad, o dönemin liderlerini küçük düşürmek idi.. 'Bebek Dâvâsı'nda, Adnan Menderes'in bir gayrimeşru çocuğunun olduğu; 'Köpek Dâvâsı'nda da Bayar'a bir yurt dışı gezisinde hediye edilen bir cins köpeğin Gazi Orman Çiftliği'ne satıldığı suçlaması yapılıyordu. 27 Mayıs İhtilâli bu gibi suçlamalar için yapılmış gibiydi..
Halbuki, 27 Mayıs 1960 Askerî Darbesi'ni, milletin birlik ve kardeşliğinin 'Atatürk ilkeleri etrafında' yeniden tesis olunması için yapanlardan birisi olan Türkeş, şimdi halkın karşısındaydı. Diyordu ki, Türkeş: 'Aziz yurttaşlarım.. Buraya gelirken, Malatya'lı, omzunda heybesi bir köylü, yoluma çıktı ve 'Siz bu ihtilâli Menderes'in p...leri için mi yaptınız?' dedi.
Hayır yurttaşlarım, biz bu ihtilâli, Menderes'in p...leri için yapmamıştık.. Amma!!...' deyince.. Türkeş'in sözlerinin devamında, 'Atatürkçülük çizgisi' üzerine bir şeyler daha söyledi, ama, hemen herkesin dikkati, o rahatsızlığın itiraf olunduğu cümleye kilitlenmişti.. Anlaşılıyordu ki, 'Atatürk' adına ihtilâl yapanlar, 'Atatürkçülük' adına birbirlerine silah çekecek noktaya gelmişti.
*
Esasen, biz staj yapmakta olduğumuz hastahanelerde, yaşlı doktorlardan, 1-2 aydır, (ihtilâli yapan) 'Millî Birlik Komitesi'nde büyük ihtilaflar varmış..' fısıltılarını duyuyorduk; bunun gerçek olduğunu işte şimdi Türkeş'in bu açıklamalarından öğreniyorduk..
Nitekim, 3 gün sonra 13 Kasım 1960 sabahı, ihtilâl sonrası Devlet Başkanı ilân edilen Org. Cemal Gürsel imzasıyla radyodan yapılan resmî açıklamada, '37 kişilik Millî Birlik Komitesi'nin çalışmaları meydan savaşına dönüştüğünden, 14 üyenin, komiteden atılarak yurt dışına gönderildikleri' belirtiliyordu. Bu 14 kişinin başında Alparslan Türkeş vardı.
*
Aradan 60 yıl geçti.. Dün sabahtan akşama kadar, resmî yayın olan TRT'de bile, öyle uçuk-kaçık laflar vardı ki, aman Allah'ım..
1923'lerden beri, resmî ideolojinin Müslüman halkımıza telkin ettiği görüşün özü, 'türbe ve mezar ziyaretlerinin, câhil halk kitlelerinin şuûrsuz hareketleri olduğu' şeklindeydi. Ve türbe ziyaretleri de kapatılmıştı, taa 1955'lere kadar.. Ve ilk olarak, Konya'da Mevlanâ İhtifâli'nin (şeb-i arûs törenlerinin) yapılmasına izin verildiğini; o törenlerin sorumlularından olan babasıyla birlikte, 10 yaşlarında olduğu o sırada, Konya'ya gittiğini anlatan ünlü ney sanatçısı Kudsî Erguner, Konya Valisi'nin, babasına, 'Programda her ne yaparsanız yapın; ama, Allah kelimesi geçerse, bütün programı hemen iptal ederim..' dediğini aktarır; 'Ayrılık Çeşmesi' isimli ve toplumumuzun yaşadığı ağır ve derin sosyo-kültürel travmayı anlattığı kitabında..
Evet, ülkemiz uzuuun bir korkunç bir zaman tünelinden geçtiğini ve dünlerde, türbe ziyaretlerinin gericilik olarak nitelendiğini yaşamışken, şimdi, bir mezarın ziyaret edilmesinin bir de teşvik edilmesine ne demeli? (Sağlık Okulu'ndaki anatomi hocamız, M. Kemal'in 15 senedir Etnografya Müzesi'nde bulunan mumyalı bedeninin, 1953'de Anıt-Kabir'e nakli sırasında, mumyasının yenilenmesinde, kendisinin de hazır bulunduğunu anlatırdı. Ki, o fasıl bir ayrı yazı konusu olabilir.)
*
Şimdilik şu kadarını belirtelim ki, dünkü TRT yayınlarında, M. Kemal'in cenazesinin Dolmabahçe'den alınıp Ankara'ya getiriliş sahneleri filmlerle aktarılırken, kortejin, cenaze namazı kılındıktan sonra yola çıkarıldığı iddia ediliyordu. Halbuki, M. Kemal'in kız kardeşi Makbûle Hanım'ın, 'Ben kardeşimi namazsız kaldırtmam..' diye feryad'u figan etmesi üzerine, Dolmabahçe Sarayı'nda 8-10 kişinin katıldığı bir cenaze namazı kılındığı anlatılır, ama, onun da net bir filmi yoktur. Üstelik de, onun için cenaze namazı kılınmasının mantığı yoktu. Çünkü, kendisinin vahye dayalı dinlere kesin reddiyesinin olduğu çok net beyanları hem içerde, hem dışarıda vardır.
*
Dünkü TRT programlarında bir hanım spiker de, M. Kemal'in adına Ankara'da müze olarak haline getirildiğini anlatırken, 'İşte burası da Latife Hanım'ın atasıyla birlikte kullandığı yatak odası' gibi laflar ediyordu.
Güler misin- ağlar mısın, sonunda, devlet televizyonundan, 'Latife Hanım ve atası' ifadesini bile duymak mümkün oldu; tövbe -tövbe...
*
Geçen hafta Haydar Baş'ın oğlu tarafından sosyal medyaya servis olunan bir videoda Haydar Baş, 'Atatürk demek, şeref, haysiyet.. vs.. ' demektir dedikten sonra, yetinmeyip sonunda da, 'Atatürk demek din demektir..' diyordu.. Hasan Âli'nin 'Bu türlü dinsizlik diyanetimdir benim...' mısralarını hatırladım..
Geçen hafta müteveffâ Aziz Nesin'den de sosyal medyada paylaşılan eski bir videosunda ise, '..Ben Atatürk'e karşıyım diyenler de var, karşı olması lâzım.. Ben onlara saygı duyuyorum.. Onlar niye sevsin ki? Bir Müslümanın Atatürkçü olması mümkün değil.. Gerçek Müslümanlar Atatürk'ü sevmez.. Çünkü, Atatürk, Müslümanlar açısından sevilecek bir şey yapmadı. Türkiye'de yaşayan ve Atatürk'ü sevdiğini söyleyen Müslüman ya ahmaktır, ya sahtekâr, ya da câhildir..' diyordu.
Siz ne dersiniz?