Kürt/PKK sorununun tarihinde ilk denilebilecek bir durum, çocuğu PKK tarafından dağa kaçırılan annelerin gösterdikleri isyan cesareti.
Çözüm süreciyle başlayan barış ikliminin de bir meyvesi bu.
Ne varsa annelerin merhametinde, cesaretinde, isyanında ve hatta annelerin öfkesinde var. En çok korkulması gereken de anne öfkesi. Hele de annelerin ahı, işte asıl bundan korkmalı...
Çözüm sürecinin yavaşlığından şikayet edenler bilsinler ki sürecin selameti biraz da bu yavaşlıkla kaim. PKK’nın silah bırakmamasına, Türkiye içindeki PKK’lıların çekilmesi yılan hikayesine dönmesine rağmen siyasetin çözüme dair kararlılığı ile Türkiye kamuoyu süreci sahiplendi.
Başbakan Erdoğan’ın güçlü liderlik profili sayesinde Kürt sorununun yokmuş gibi yapıldığı yıllardan bugünlere gelindi.
Batı bölgelerindeki insanlar Türkiye’nin bir bütün olarak varlığının müdafaası için sorunun siyasetle, diyalogla çözülmesinin elzem olduğuna ikna oldu.
Akil İnsanlar Heyeti, arkalarına takılan mobil eylemcilerin fırlattıkları kaldırım taşlarına rağmen, toplantılarını provoke etmek için her daim hazır bulunmalarına, onlardan önce ilçelere, illere varıp suyu bulandırmalarına rağmen şehir şehir dolaştı, insanları dinledi. Hayır diyen neden hayır diyor “yetmez ama” diyenin beklentisi ne, tek tek not etti. Şehit aileleri ile birlikte gözyaşı döktü, barışı en çok isteyenin onlar ve oğlu dağda olan Kürt anneler olduğunu gördü.
O anneler işte, şimdi Diyarbakır Belediyesi’nin süpürmeye çalıştığı anneler...
Sesini duyurabilmek için ineğini satıp Diyarbakır’a gelmiş bir anneye, bir oğlunu zaten kurban vermiş öbür oğluna sahip çıkmaya çalışan bir başkasına, ilaçlarını aksatmasın diye üzerine titrediği kuzucuğunun yolunu bekleyen ötekine reva görülen bu mu olmalıydı?
Kim samimi kim değil?
Gültan Kışanak’ı tüylerim diken diken olarak dinledim. Sırrı Süreyya Önder’i dinleyince kulaklarıma inanamadım.
“O çocuklar zorla kaçırılmadılar”; arkasına sığındıkları cümle bu.
Sırrı Süreyya Önder diyor ki, 18 yaşından küçüklerin dağdan geri gönderilmesi PKK’nın en çok yapmak istediği şey; ama gel gör ki bu çocuklar direniyor, “bizi hiç kimse eve gönderemez” diyor.
Zayıfın arkasına saklanmaya çalışan iri bir gövde gibi ayıplı bir söz bu. Ayıplı bir bakış.
PKK’nın sözü geçmiyor demek, daha reşit bile olmamış, kokuları annelerinin burnunda tüten bu çocuklara.
Bunu diyor Sırrı Süreyya, buna inanmamızı istiyor.
Ve böylece PKK’nın kadrosunda çocukların olmasını meşrulaştırıyor...
Kimse zaten o çocukların eter koklatılarak, elleri, ayakları bağlanarak dağa kaçırıldığını söylemiyor. PKK’nın gençleri devşirmek için başka mekanizmaları olduğuna kuşku yok.
Ama siz dağı meşrulaştırıyorsunuz, üstelik Meclis’te siyaset yaparken, çözüm sürecinde siyasi bir aktör olarak aktif görev yürütürken bunu yapıyorsunuz.
İmralı’dan son getirdiğiniz havadise rağmen, hükümetin sürece ilişkin yasal çerçeve oluşturma gayreti içinde olduğunu görmenize ve PKK’nın dağ kadrosunun büyük bölümünü kapsayacak bir yasal düzenleme için çalışıldığını bilmenize rağmen...
Üstüne üsltük “o çocuklara dağ yolunu gösteren Başbakan” diyorsunuz.
İnsaf, gerçekten insaf!
Hasan Cemaller de ‘Barışa Emanet Olun’dan pasajlar okuyor. Sermayesinden yiyor yani.
Diyarbakır’da süpürülen annelere destek vermek, bir cümle de onlar için etmek yerine Başbakan’ın haddinizi bilin sözünden savaş emri mülahazaları çıkartıyor.
Kim samimi kim değil o kadar ortadaki...
Kafasını kuma gömen deve kuşu misali...
İri gövdeleriyle zayıfların arkasına saklanmaya çalışanlar; bu yaptığınız barışa hizmet etmediği gibi sizi de rezil ediyor.