Küresel eşcinsel harekete bakarsanız, kadın ya da erkek olmak çağımızın en büyük suçlarından, asrımızın büyük gericiliklerinden... Feminizm, ne yazık ki, toplumsal cinsiyet eşitliği diye diye, kadın veya erkek olmayı suç haline getirdi...
Nasıl geldik bu sonuca...
1995 yılındaki 4. Dünya Kadın Konferansı'nda yayımlanan Pekin Deklarasyonu, feminizm için yeni küresel hedeflerin açıklandığı, hızlı bir dönüşüm kulvarıydı. "Toplumsal cinsiyet eşitliği" teorisinden yola çıkarak, insanların kadın ve erkek olarak farklı cinsiyetlere sahip oluşlarını, çatışma patolojisi olarak ortaya koyan, cinsiyet kavramını kriminal sınırlar içine hapseden bu yeni kulvar, özellikle Asya kadınlarını önceleyen bir aydınlatma manifestosu olarak sunuluyordu.
Aradan geçen 27 yılın ardından, feminizmin eşcinsel söylemin talepleri dışında neredeyse herhangi bir söylemi-teorisi kalmadı. Cinsiyet, geri kalmışlığın ve kaosun sebebi olarak altı çizilen ve derhal kurtulunması gereken bir pranga olarak tarif edilmeye başlandı. Özellikle göçmenlerin yoğun olarak yaşadığı İngiltere, Fransa ve Almanya'da, göç sorunuyla ilgili taleplerin ayrımcılık kavramının büyük çatısı altında ileri sürülmesi, ayrımcılık yaşayanları birbirine yakınlaştırıyordu. Yerel yaşam tarzları, dini inançları, kültürel kodları ile yeni bir ülkeye göç etmiş kişiler, ayrımcılığa ve yoksulluğa karşı açtıkları hak arama yolunda, çoğu kez LGBT lobi ve fonlarıyla karşılaştılar. Eşcinsel lobiler bu rüzgardan istifade ederek, bütün ötekileştirilmişlere kendilerini kabullendirmeyi, stratejik bir politika olarak sürdürdüler.
Göçmenlerin yoğunluklu olarak yaşadığı İngiltere'de, bu sorun bambaşka şekilde çeşitlenerek ortaya çıktı. İngiltere Yerel Yönetimler Birliği, 'saldırgan' geleneksel terimlerin kullanılmamasına karar verdi. Bu terimler arasında "anne, baba, gurbetçi, ikinci nesil, ekonomik göçmen, evsiz, bayanlar, baylar' gibi ifadeler yer alıyor. Bunlar geleneksel, ayrımcılığı körükleyen ve cinsiyetçi kelimelermiş... Yerel Yönetimler Birliği; 'anne' kelimesi yerine 'doğuran ebeveyn' denilmesine karar verdi. Yasak getirilen diğer kavramlar arasında baba da var, ama ona ne denileceğine şimdilik karar veremediklerinden olsa gerek, henüz yazmamışlar.
İstanbul Sözleşmesi'nin eleştiriye açtığımızda çok ağır tenkitler almış, hatta yalnızlaştırılmıştık, ömrüm olursa yaşadığım sansürleri ileriki yıllarda kaleme alacağım. Bize bugün anne ve baba demenin yasaklanması ne kadar garip geliyorsa da, bunun tohumlarının bu uluslararası sözleşmeyle atıldığını bilmek zorundayız. Değerli okurlar, İstanbul Sözleşmesi'ni tartıştığımız günlerde, sözleşmenin özellikle iki maddesi üzerinde durmuştuk. Her ne kadar kadına karşı şiddetin önlenmesi gibi, tüm insanlığın üzerinde uzlaştığı büyük ve pozitif bir mefkûreyi istihlak etmiş, rehin almış olsa da... Sözleşme, gayet sarih şekilde ideolojik bir metindi...
Hatırlayalım:
12.md/1.fıkra: "Taraflar kadınların daha aşağı düzeyde olduğu düşüncesine veya kadınların ve erkeklerin toplumsal olarak alışılagelmiş rollerin bulunduğu düşüncesine dayalı ön yargıları, örf adetleri, gelenekleri ve her türlü farklı uygulamaları ortadan kaldırmak amacıyla, kadınlar ve erkeklere ilişkin sosyal ve kültürel davranış modellerinin değişimini sağlamak için gereken tedbirleri alır' şeklindedir. Sözleşmeye göre; kadın ve erkeğe has alışılagelmiş kimlikler, önyargı oluşturmaktadır. Yine sözleşmeye göre; örf, adet, gelenek bunu kuvvetlendirmektedir, bu yüzden tüm bu ön yargılar ortadan kaldırılmalıdır. Ortadan kaldırılması gereken ön yargı kapsamına, ne yazık ki kadın ve erkeği "ferdiyet' çerçevesinde farklı kimlikler olarak tanımlayan dini inancımız ve geleneklerimiz de girmektedir. Avrupa Konseyi İstanbul Sözleşmesi'nde ise durum daha vahimdir, aynı maddede, ortadan kaldırmak yerine "kökünün kazınması' ifadesi kullanılmıştı...
İngiltere'de Yerel Yönetimler Birliği'nin aldığı, geleneksel ve saldırgan kelimelerin yasaklanmasının hangi zihinsel kodlara yaslandığını, bugün sanırım daha net görebiliriz. Demek ki anne ve baba kelimelerinin de kökü kazınacakmış bu gidişle...
İstanbul Sözleşmesinin 4.md/1 ve 2. fıkrasını da hatırlayalım "Taraflar gerektiğinde öğrencilerin gelişen kapasitesine uygun olarak kadın erkek eşitliği, kalıplaşmamış toplumsal cinsiyet rolleri, karşılıklı saygı, kişisel ilişkilerde şiddet içermeyen çatışma çözümleri, kadınlara yönelik toplumsal cinsiyete dayalı şiddet ve kişisel bütünlük hakkı gibi konulara ilişkin öğretim malzemelerinin resmi müfredat içerisine ve eğitimin her seviyesine eklenmesi için gereken adımları atar' şeklindedir. Sözleşmeye göre; resmi eğitimin yanı sıra, tüm diğer eğitim aktiviteleri, spor, boş zaman ve kültür faaliyetleri de kalıplaşmış rol modelleriyle mücadele edecek biçimde yapılandırılacaktır.
Bu maddeler eşliğinde İstanbul Sözleşmesi aracılığıyla, cinsiyetsizlik, unisex, hem resmi eğitimin her safhasında, hem de sivil manada spor, kültür, eğitsel kol çalışması, boş zamanları değerlendirme faaliyetleri gibi hayatın her safhasını kendi, ideolojik görüşüne göre şekillendirmeyi hedeflemekteydi. Öğretmenler öğrencilerine "kızım' ya da "oğlum' diye hitap ettiklerinde, ağızlarından saldırgan ve geleneksel bir söz çıkmış olacaktı.
LGBT lobilerinin, tüm hak arama hareketlerinin arasında, yanında, safında bulunması, onların baskıcı yöntemlerini şimdilik maskelese de, kadın ve erkek olmayı suçlayan kampanyalarını her geçen gün genişleterek yürüyorlar.
Ne yapalım yani? Nefret söylemi diyerek anne ve baba kelimelerini de mi yasaklayalım?