Marie-Henri Beyle, nâm- dîger Stendhal (1783-1842) derdi ki, yâni dermiş ki beni ancak 80’lere doğru anlayacaklar. 80’lerden kasdı tabii 1880’ler...
Gençlik yıllarımda ben de nazîreten öyle derdim: Beni ancak 80’lere doğru anlayacaklar! Tabii 80’lerden kasdım 1980’lerdi.
Bugün yine aynı şeyi söylüyorum: Beni ancak 80’lere doğru anlayacaklar!
Bakalım bu sefer tutturabilecek miyim?
Fakat tuttursam da tutturamasam da bunu maalesef aslâ öğrenemeyeceğim.
2080’e kadar yaşayacağımı sanmıyorum.
Öyle ya, 141 yaşına kadar yaşayan olmadı henüz. Olsa duyardık.
Öte yandan bir insanın hayatdayken anlaşılması elbet daha hoş birşey.
Tasavvur buyrulsun, ömrünüz boyunca birilerine derdinizi anlatmak için nefes ve sonuç olarak ömür tüketiyorsunuz; kimse ne demek istediğinizi anlamıyor ama siz ölüp gitdikden sonra sizi anlamışlar ne yazar anlamamışlar ne yazar?
Öte yandan şu meşhur hikâyedeki adam gibi “Beni hayatda tek bir kişi anladı; o da yanlış anladı.” diye hayıflanmak da pek matah bir durum olmasa gerek.
Şimdi “Bu lakırdılar da durup dururken nereden çıkdı?” diyeceksiniz ama durup dururken değil aslında.
Bâri anlatayım da kurtulayım:
Uzun süredir pek bir münzevîleşdim. Mecbur kalmadıkça evden dışarı çıkmıyorum. Rahmetli Yesârî Âsım “Mânâ ve lezzet topluyorum.” derdi. Eh, ona yakışıyordu ama ben desem tefe koyarlar. Evvelsi gün şehre inmem îcâb etdi. Köln’ün merkezine; şu sıralar İstanbul’da değilim. İnmişken birkaç bira çekeyim ama tanıdık bir yer olmasın ki sohbet etmek zorunda da kalmayayım diye bir pasajın içindeki bir birahâneye girdim.
Hatâ etmişim...
Daha adımımı içeri atar atmaz Türkçe bir ses: “Oooo, Ağabey, bu ne hârika rastlantı bu? Peşinize hafiye koysam bulamazdım muhtemelen. Ama böyle hiç umulmadık
bir anda...”
Uzatmayayım, bir yerden tanışıyormuşuz. Ya Köln’den ya Berlin’den ya Paris’den ya Zonguldak’dan ya da Cezâyir, Yeni Zelanda veyâ Şam’dan... Kadıköy Vapur İskelesi de olabilir.
Tabii tanımış gibi yapdım.
Yâhû, neydi o günler!!! Yaaa, vallâhi, ne günlerdi, anasını satıyım... Tüh be, ulan ne günlermiş... Sorma!.. Dinine yandığımın, öyle günler bir daha gelmez, be! Nerdeee? Geçdi o günler...
Bir yandan böyle harâretle eski günleri(?) yâdediyoruz, bir yandan da beynimi en yüksek turda çalıştırarak bu arkadaşın kim olduğunu hatırlamaya uğraşıyorum ama nâfile! Anlaşılan bizim beyin de artık kevgire döndüğü için çıkarmama imkân ve ihtimâl yok. En yüksek turda anca 45 km. bölü saat yapıyor.
Adını sormaya da utanıyorum doğrusu. O ise bana Ağabey diye hitâb ediyor.
Bir süre sonra iyice sıkıldım ve kalkmaya davrandım. Mâlûm, randevular filan... Artık gitsem iyi olacak.
Tam ayrılırken sordu:
- Ağabey, sizin için Parti’den hiç kimseye haber vermeden ansızın ayrıldı diyorlar; aslı var mı?
- Yok canım, öyle şey mi olur? Herkesle vedâlaşdım. Hattâ Vedia Hanım’la Ablasını yarın öğle yemeğine dâvet etdim.
- Affedersiniz ama siz hangi partiden bahsediyorsunuz?
- Hangi partiden olacak? Dün Dörte’yle Horst’un verdiği partiden...
- Kusûra bakmayın! Ben o partiyi kasdetmemişdim.
- Ya hangi partiyi kasdetmişdiniz?
- Ben, ben DKP’yi kasdediyorum; Almanya Komünist Partisi’ni...
- Alay mı ediyorsunuz? Ben komünist değilim ki! Hem olsam bile DKP’de ne işim var? Bizimkinin, yâni TKP’nin suyu mu çıkdı? Üye olacak olsam gider ona olurum.
Birkaç sâniye suskun birbirimize bakışdık. Sonra o hafif bir sesle sordu: “Siz ............. değil misiniz?”
Almanya’daki politik çevrelerde nisbeten tanınan bir Türkün ismini söyledi.
“Yooo, ne münâsebet? Ben Yağmur Atsız’ım.”
Önce hayretden irileşmiş gözlerle yine bir süre yüzüme bakdı ve sonra patlatdı kahkahayı:
“Bendeki de kafa hani! Koskoca faşisti komünist sanmışım!”
“Önemli değil. Beni bâzıları faşist zanneder bâzıları da komünist.”
“Peki, siz aslında nesiniz?”
“Jurnalist.”
Bakalım beni 2080’lere doğru anlayabilecekler mi yoksa vuslat yine başka bir bahâra mı kalacak?