Antik Atina’da Socrates, öğrencilerine bazen bir ağacın gölgesinde, bazen bir duvarın dibinde, bazen de bir gölgelikde matematik, felsefe ve mantık dersleri verirmiş. Birgün henüz derse başlamadan önce bir öğrencisi el kadırmış ve ''Hocam '' demiş, '' Bugün derse başlamadan önce size bir soru sormak istiyorum, daha doğrusu anlatacağım bir konu hakkında sizin fikrinizi almak istiyorum..'' Socrates öğrencisinin arzusuna uymuş ve başıyla soru sormasını onaylamış.
''Hocam'' demiş öğrenci'' Benim çok sevdiğim bir arkadaşım vardı; canı çok sıkılıyordu. Ne yaparsa yapsın bir türlü can sıkıntısını gideremiyor, bu illetten kurtulamıyordu. Birgün sırf can sıkıntısına çare olsun diye, Atina limanından bir gemiye bindi; bütün Akdeniz’i üç ay boyunca gezdi ve geri döndü. Ama can sıkıntısı hala geçmiş değildi. Sizce bunun nedeni ne olabilir?''
Socrates bir an durduktan sonra : ''Senin arkadaşın kendini de beraberinde götürdü de ondan'' demiş.
Birikmiş olan sorunlarımızı çözmeden nereye gidersek gidelim o sorunları da beraberimizde ağır bir yük gibi taşırız. Tarih de insanlar gibidir. Vakti zamanında çözülmeyen her sorun bir miras olarak kendini geleceğe taşır. Üstelik tıpkı insanın hikayesinde olduğu gibi çözülmeyen her sorun, giderek ağırlaşır ve ağır bir yumak haline gelen her sorun şüphesiz, herkes için can sıkıcı hale gelir.
Doğal afetler hariç, aslında tarih yapıcıları bizzat insanların kendisidir. İnsanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar. Bu bakımdan tarihin hem öznesi hem de nesnesi insanoğlunun kendisidir. Tarih içinde birbirini kuşatan ve koşullayan insanlar esasen o tarihsel akışın birinci derecede sorumlusudurlar.
Hepimiz tarihten devir aldığımız, bir tür tarihin mirası olan sorunların hepsinden sorumluyuz. Dolayısıyla tarih söz konusu olduğunda hiçkimse kolayca sorumluluklardan sıyrılıp, herşeyi ötekinin suçu ve günahı olarak ilan edemez. Bu durum en hafif deyimle ciddiyetle, tarihsel misyonla bağdaşmaz.
Tarih içinde herşey değişir. Herşey sonsuz biçimlere bürünür. Burada önemli olan, bütün biçimlerin gerçek ihtiyaçlara cevap olup olmadığıdır. Eğer bir biçim gerçek bir ihtiyaçtan doğuyorsa o ihtiyaç mutlak suretle kendine uygun en doğru biçimi bulur ve onunla uzlaşır.
Devletlerin tarihine daha yakından baktığımızda, devlet biçimlerinin toplumun ihtiyaçlarına göre son derece zengin çeşitlilik gösterdiklerini görürüz, sonsuz biçimler aldıklarına tanık oluruz. Feodalitenin derebeyliklerinden monarşiye, oradan parlamenter cumhuriyetlere ve demokratik cumhuriyetlerden başkanlık sistemlerine. Bu silsile keyfi bir silsile değildir. Bu durumu her seferinde toplumun ihtiyaçları koşullamıştır. Kimi dönemlerde şekillenen keyfi yönetimler bile, geçiçi olmalarına rağmen yine aynı ihtiyaçlar tarafından koşullanmışlardır.
1923 yılında kurulan cumhuriyet, kurulduğu günde, kurulduğu koşullarda ve kuruluş biçimine bağlı olarak, o gün kimi sosyolojik ve politik gerçekleri dışarda bıraktığı için, tarih içinde mutlaka birgün değişime uğrayacaktı. Cumhuriyetin idari ve siyasi yapıları toplumun gerçek temsil ve ihtiyaçları üstüne bina edilmediği için, eninde sonunda değişime uğrayacak ve yeni biçimler kazanacaktır.
Konumuzun bağlamında meseleye yaklaşırsak, sormamız gereken en esaslı soru şudur? 1923 yılında kurulan bu siyasal sistemin, bazı bakımlardan, özellikle de idari ve siyasi bakımdan kimi reformlara tabi tutulmasına ihtiyaç var mıdır yoksa yok mudur? Benim bu soruya verdiğim yanıt şudur; evet, ihtiyaç vardır ve bugün yapılan şey de bu ihtiyacın giderilmesinden başka birşey değildir. Pazartesi günü bu ihtiyacın neden gerekli ve kaçınılmaz olduğunu anlatmaya devam edeceğim.