Zehra’nın yaşadıklarını daha sonra anlatmalıymışım. Bir kadın, bir anne olarak ama her şeyden önemlisi bir insan olarak utanç duyuyorum.
Bana hakaret edenleri de küfür edenleri de, yalancılıkla, provokatörlükle suçlayanları da bir kenara bıraktım.
Yirmi gündür, Kabataş’ta tacize ve iğrenç bir şekilde saldırıya uğrayan genç kadınla ilgili yazılanları okudukça, söylenenleri duydukça insanlığımdan utanıyorum.
Günlerdir bilinçli bir şekilde sustum. Hem de bir taraftan yaşanan hadiseyi itibarsızlaştırmaya yönelik alçakça operasyonel ve ısrarlı şekilde bir polemiğin içine çekebilmek için; kışkırtıcı, provokatif yazılar kaleme alınmasına rağmen... Kim ne yazarsa cevap vermedim.
Neden mi?
Zira Kabataş’ta o iğrenç saldırıya uğrayan genç anne Zehra’nın günlerdir kendisiyle ilgili gazetelerde yazılan yazılardan okuyucu yorumlarına kadar didik didik okuduğunu ve okudukça bir kez daha kahrolduğunu bildiğimden...
Ve daha Zehra’nın yaşadıklarını anlattığım ilk günden itibaren “tek bir yerden yönlendirilmiş” gibi ‘MOBESE MOBESE’ diye feveran edenleri, ne benim ne de Zehra’nın ikna etmek gibi bir zorunluluğumuz olmadığı için.
Bu zihniyetler, bu akıllar daha düne kadar başörtülü bir kadının önce ‘varlığını’ yok sayan, inkara kalkışan sonrasında ‘mecburiyetten’ varlığını kabul etmek zorunda kaldığında da bu kez ‘iradesini’ yok sayanların bizzat kendileridir.
Önce insan olarak varlıklarını dahi inkar edenler de sonrasında kabullenip ‘iradeleri’ni yok sayanlar da bu zihinlerdi.
Başörtülü kadınların, kocasının, abisinin, babasının baskısıyla ‘erkeklerinin iradesiyle’ kapandığını söyleyenler bu akıllardı.
Şimdi aynısını bu kez Zehra üzerinden başka türlü yapıyorlar.
Önce Zehra’nın yaşadıklarını yok saydılar inanmadılar.
Şimdi ‘tamam’ deyip bu kez de ‘Adam çokluğu ve deri eldiven’ üzerinden itibarsızlaştırma yaparak ‘pazarlık’ yapmaya çalışıyorlar!
***
Mesele ‘Zehra’ meselesi filan değil, anlaşıldı.
Ve bir Ertuğrul Özkök gazeteciliği ile Zehra üzerinden yapmaya çalıştıkları bu itibarsızlaştırma operasyonu da anladım ki bitmeyecek.
“Ben Başbakanın ötekileştirdiklerindenim” diyen ‘karşı mahalle’den Balçiçek İlter yazsa da...
“Morluklarını gördüm, yaşadığı travmaya tanık oldum, bana bakamayışına, ellerini hiçbir yere koyamayışına, hiç bitmeyen gözyaşlarına” şahit oldum dese de...
Ortaya MOBESE görüntüleri de çıksa... Zehra çıkıp ‘o vahşeti yaşayan genç kadın benim, ben gerçeğim, yaşadığım lohusa sendromu değil, işte yüzüm, bakın gözüme ve yaşadıklarımı görün’ dese de...
O genç kadını taciz edenlerden, iğrenç saldırıyı yapanlardan birisi çıkıp ‘O deri eldivenli, başı bantlı, üzeri çıplak adamlardan birisi de bendim. İnsanlığımdan çıktım. O vahşeti yapanlardan birisiydim’ dese de...
Zehra üzerinden görmeye çalıştıkları hesaplarını kapatmayacaklar!
Ha tabi bir de Ayşe Zehra’yla röportaj yapmadan, o müthiş ‘hadi anlatsana başka ne oldu’ gazetecilik sorularını sormadan, genç kadının yaşadığı travmanın üzerinde tepinmeden, sözüm ona şüpheciliğini tatmin etmeden inanmayacak olan ‘birilerinin!’ olduğu gerçeği var...
Pardon bir de ‘Eski Türkiye’ alışkanlıkları kolayca terk edilmiyor elbette... Böylesi bir haber varsa altın tekel kuralı gereği ‘Hürriyet’ gazetesinde yayınlanması gerektiğini unutmuşuz!Şöyle ağız tadıyla “taciz bir başörtülüde nasıl duruyormuş”un keyfini çıkarta çıkarta haberleştirme imkanını kendilerine yaşatmadığımız için de suçluyuz elbette!
Çok pardon!
Böylece Ayşe Arman bir kez daha kendini hatırlattı!
Hem de ne hatırlatma!
Gazeteciliğin ‘arkadan vuran ayakkabı’ olduğuna inanan (Balçiçek İlter ve benimle konuşurken bile habersizce kaydeden) gerekirse ‘babalarını dahi satacak’ zihniyette ki Ayşe olanca muhterisliğiyle, gazeteciliğin kurallarını! sayarak, olmadı aba altından ‘bak röportajı ayarlamazsan özel konuştuğumuz şeyler vardı anlatırım ha!’ tehdidini savurarak ‘Hala röportaj yapmayı umut ettiğini’ yazabiliyor hiç utanmadan!
Kendisine nezaket sınırları içerisinde, samimiyetle dakikalarca “Genç annenin travma yaşadığını, böyle bir röportajın sen yaptın ben yaptımı olmayacağını, bu meseleye gazetecilik hırsıyla yaklaşılmaması gerektiğini, kendisinin de artık her şeyden önce bir anne olduğunu” anlatmama rağmen...
Belli ki Zehra’nın kendisini değil de Balçiçek’i tercih etmesine fena halde bozulmuş. Şimdi ‘rica’ ederek yapamadığı röportajı, hiçbir insani ahlaki sınır tanımadan şantaj yaparak, tehdit ederek ‘kopartmaya’ çalışıyor!
Anne olmuşsun ama insan olamamışsın Ayşe üzgünüm!
Acaba Zehra’nın seni değil de Balçiçek’i tercih etmesinin yegâne sebebinin insanlara salt ‘malzeme’ olarak bakmamasının, insan ve anne olduğunun bilincinde olması olabilir mi?
Sahi sen güven duygusu nedir, insan olabilmek nedir bilir misin Ayşe?
Elbette tek kabahatli sen değilsin. Senin için insanların sadece ‘malzeme’ olduğu gerçeğini, yalan, iftira ve her şeyi mubah gören zihin yapını da, ‘arkadan vuran ayakkabı’ modeli gazeteciliğinizi unutmuşum. Bu da benim kusurum!
***
Gelelim Zehra’nın hikayesini abartıp abartmadığıma.
Balçiçek Zehra’yla konuştuğunda olayın üzerinden 16 gün geçmişti, ben Zehra’yla o vahşet olayın dördüncü gününde görüştüm.
Olay sıcacıktı. Zaten yazdım da, gördüğüm acı karşısında ‘soru sormadım, müdahale etmedim, anlattığı kadarıyla’ sadece dinlediğimi yazdığım iki yazıda da belirttim.
Evinden savcılığa suç duyurusunda bulunmak için ilk kez dışarı çıktığı gün görüştüm.
Yaşadıkları daha dakikalar öncesi kadar tazeydi.
Geçmiş olsun demek ve acısını paylaşabilmek (acı nasıl paylaşılır bilmiyorum ama) için gittim yanına. Bebeğini gördüğümde, ellerindeki ve ayaklarındaki yaralar henüz iyileşmemişti. Zehra’dan daha perişan durumda olan eşiyle birlikte gelmişlerdi görüşmeye. Sonra ikna oldu. İtinayla ne anlattıysa, anlattığı kadarını teyp açmadım ancak itinayla not aldım. Aldığım notları gösterdim kendisine.
Anlattıklarından yazabildiklerimi yazdım, eksiği var fazlası yok.
Not aldığım deftere iki kere ‘kaç kişiydiler hatırlıyor musun?” diye soru notu düşmüşüm. Ve nasıl dediyse nasıl anlattıysa da noktası virgülüne yazmışım.
Birincisi, yarım bıraktığı, konuşamadığı, tamamlayamadığı cümleleri öylece bırakmışım. İkincisi bir kalemin asla yazıya dökemeyeceklerini defterde bırakmışım. Sonuçta benim yazamadıklarım savcılıktaki suç duyurusunda yazılı.
Hala kimselerle görüşemeyen, konuşamayan, kendisini eve kapatmış büyük bir travma yaşayan birisine Balçiçek’e böyle anlattın bana da böyle demiştin diyemem... Kusura bakmayın. Sonra ne fark eder. Yaşadıklarını yaşanmamış mı kılacak? Daha mı az acı çekmiş olacak?
Suç duyurusu da var, adli tıptan raporu da...
13 Haziran’da ‘Vahşeti o genç kadından dinledim’ yazımda ne yazdıysam Zehra’nın birebir kendi anlatımıdır. Hatta konuşmanın nihayetinde o travmalı haline zarar vermemek adına, kendisine uzattığım ve kendisinin gördüğü ve onayladığı notların dökümüdür. Nokta!
Sakın ‘masum Gezi’ maskesi altına gizlediğiniz, elinizde patlayan darbe kalkışmanızı Zehra üzerinden temize çekmeye çalışmayasınız!