Ankara'da kutsal tuttuğum bir üçgenim var. Ankara kalesi ve Arslanhane Camii'ndedir tepe köşesi, oradan bir kolu Hacı Bayram türbesi ve mescide çıkar, diğer kutsal kolun gittiği ise Hamamönü'ndeki Taceddin Dergahı'dır.
Turkuaz: Ankara'nın bir Selçuklu kenti olduğunu anlamanız için Arslanhane caminin bedenindeki kızıl taşların alın yazısında dinlenmeniz iyi olur mesela. Sonra minaredeki güneş vurdukça parlayan ‘turkuazcıklar’ın, o eski gövdeye nasıl da hem sabır hem neşe verdiğine hayret etmeniz... Kale'de yürürken, Topkapı Sarayı'nı veya Nürnberg'teki Kayser'in Sarayı'nı ya da Doğu Beyazıt'taki İshak Paşa Sarayı'nı hatırlamanız... Sonra bu tantanalı eserlerin birer parmak izi kadar belirgin kendine has hüviyetleriyle kurdukları müthiş aidiyet atlasını...
Zümrüt Yeşili: Hacı Bayram Veli hazretleri, Ankara'nın manevi mimarı ve musahibidir. Şiirinde de dediği gibi, ''düşünde bu şehri yapılırken görmüştür, kendisi dahi yapılmıştır taş ve toprak arasında.'' O, Ankara'nın atan kalbidir. Güvercinleriyle, fıskiyeleriyle, gülleriyle, divaneleriyle, kedileri, köpekleri, dilencileriyle...
Gül Kızılı: Taceddin Dergahı ise, milli mücadelenin, millet olarak verdiğimiz varoluş mücadelesinin remzidir. Orası, İstiklal Marşı'mızın evidir, orada herşey Mehmet Akif gibidir. Kıyısında hemen rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu yatar. Gülleri, gece gittiğinizde bile baş döndürücü bir tütsüyle kokar...
***
Yukarıdaki başlık, Hümeyra Ökten Kız Öğrenci Yurdu'ndaki Öykü Atölyesi'nde konuştuğumuz mevzulardandı. Yurdun dört bir yanından büyük ve zorlu bir sınavı aşarak Ankara'ya okumak için gelmiş kızlarımıza açtığı müşfik çatı için TÜRGEV'e ne kadar teşekkür etsek azdır. Edebiyat atelyemiz, çocuklarımızın Ankara'ya bakış açısını da ortaya koyuyor. Başkentte olduklarının bilincindeler ve bu, Türkiye'yi mesele edinmek gibi ciddi bir yönelim vermiş hepsine. Gençleri yazdıkları metinler üzerinden seyretmek çok anlamlı. Nitekim Ankara konulu bir öykü ve deneme yarışması yaptık. Sonuçlar harikaydı. Beklentimin aksine, kelime hazinelerinin ne kadar geniş olduğunu görmek, edebiyat tahsil etmedikleri halde sanata olan tutkunlukları, başarılı kurgu sistematiği gibi ortaya koydukları performans, göz yaşartıcıydı. “Ankara'nın denizi yoktur ama, kocaman bir gökyüzü vardır” diyordu kızlardan birisi... Haldun Taner'in Keşanlı Ali Destanı adlı oyununun geçtiği yerde yurdumuz.
Sağolsun sanatçı dostlarımdan da yurdumuzu ziyaret edenler oldu. Ömer Lekesiz ‘Kudüs’ sunumuyla, Hasanali Yıldırım ‘Sevmek Zamanı’ film okumasıyla, Fatma Barbarosoğlu okuyarak bizi içine davet ettiği hikayelerinin güncellemesiyle, bizlere kendimizi görme, kendimize bakma, kendimizi ve hayatı anlama fırsatı sağladılar...
Ankara bu yaşıma kadar bana hep; An-KARA gelmiştir. Uzun yıllar aldığımız uyarılar, disiplin suçları, mahkeme kağıtları üzerinden, ben Ankara'yı sadece yüksek yargının çatık kaşları üzerinden bilmişim. Sadece ben değil, Ulus'taki Pul Müze'sine gittiğinizde, yükseklere ulaşamayan mektuplara baktığınızda da görüyorsunuz bunu. Kimi Reisi Cumhura, kimisi Başvekile, kimisi Baş Hekime yazılmış eksik adresten gidememiş yorgun mektuplar bunlar. Ankara bu haliyle, şehri tasarlayanların belki de hiç hazzetmeyecekleri şekilde bir ‘niyet kuyusu’ gibidir. Çünkü Ankara, ‘devlet’tir.