23 Nisan’da yapılan Başbakanlık açıklaması Ermeni sorununa ilişkin bilinen tüm dengeleri sarstı. Çünkü Türkiye kimsenin beklemediği bir şey yaptı ve Başbakanın ağzından Tehcir sırasında hayatını kaybedenler için taziye mesajı yayınladı. Böylece Türkiye’nin inkarcı olduğu iddiası çöktü. Açıklamayla yaşanan trajedinin tanındığını en üst düzeyde teyit edildi.
Şimdi diasporanın radikalleri siyasette ve diplomaside karşılığı olmayan maksimalist taleplere sarılıyor. Mesela, toprak vermezseniz barışma olmaz diyor. Erivan ise üzüntü bildirmenin yetmeyeceğini, soykırımı tanımak gerektiğini söylüyor. Neredeyse bir yıl sonra yapılacak bir tören için Türkiye’ye davetiye çıkartıyor.
***
Bence Türkiye, soykırım kavramını 1948 Sözleşmesi’nin 2’nci maddesinde tanımlandığı şekliyle gördüğü sürece 1915 yılında yaşanan büyük trajediye soykırım dememeyi tercih edecek, 2005 yılında zamanın Ermenistan Cumhurbaşkanı’na yazılan mektuptaki gibi bir komisyon kurulması fikrinde ısrar edecektir.
Ankara’nın Tehcir sırasında yaşanan acı olayları soykırım olarak tescil etmesi ancak soykırım kavramının hukuki niteliğinden kopartılması ve Ermenilerin kullandığı gibi “büyük kırım” anlamına bürünmesi, yani jenerik bir vasıf kazanmasıyla mümkün olacağa benzer.
Buradaki zorluksa hukuki tanımla, siyasi tanım arasındaki farkı hem kendinize, hem de dünyaya anlatmakta. Hukuki olarak soykırım bireylerce işlenen bir suç. Niteliği 1948 Soykırım Sözleşmesi’nin 2’nci maddesinde belirlenmiş. Yapılması zaten suç olan bir takım eylemler belli bir ulusal, etnik, ırksal veya dinsel grubu kısmen ya da tamamen ortadan kaldırmak amacıyla yapıldığında soykırım suçunun oluştuğu söylenmiş.
Bu suçu işleyen ve suçun işlenmesine yardımcı olanlar “insanlar” (devletler değil) ülkelerinin mahkemelerince yargılanıyor. Eğer 1948 Sözleşmesi geriye işlemiş olsaydı ve suçlanan insanlar hayatta olsaydı onları Türkiye Cumhuriyeti mahkemeleri yargılayacaktı. Yargıtay onayacak, Anayasa Mahkemesi suçlanın hakkının ihlal edilip edilmediğine bakacak, son sözü de bireysel başvuru halinde AİHM söyleyecekti.
Ermenistan’ın ve Ermeni diasporasının soykırım dediği şey ise hem bu sözleşmede ifadesini bulan suça atıfta bulunmakta, hem de ondan bağımsız olarak jenerik bir nitelik taşımakta. Onlar için soykırım tarihte yaşanmış trajedinin tartışmasız adı. 1948 Sözleşmesi’ndeki tanıma da uyuyor, ama suç bireyden çok bizatihi devletin kendisine atfediliyor. Her açıdan siyasi nitelik taşıyor.
Türkiye’nin bundan sonra yapması gereken belki de bu kavramın siyasi ve hukuki anlamlarını birbirinden ayırmak ve 23 Nisan’da açıkça tanıdığı trajedinin siyasi olarak soykırım şekilde görülmesine itirazının olamayacağını belirtmek. Bu ayrımı yapmak yılların şartlanmışlığını aşmak kolay değil. Ama yapabilen bir Türkiye tarihin yükünden çok daha fazla kurtulur, gelecek yıl Erivan’da yapılacak olan törene çok daha rahatlıkla katılır.
O tören yapılıncaya kadar geçecek süre içinde umarım acele bir karar verilmez ve yakında resmen Ankara’ya ulaşacağı anlaşılan Sarkisyan’ın daveti reddedilmez. Ne de olsa Ağustos ayında yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçimleri ve seçimlerde yer alacak adaya bağlı olarak gerçekleşebilecek hükümet değişikliği Türkiye’ye her şart altında zaman kazandıracak, cevabın gecikmesine makul gerekçe oluşturacaktır.
***
Kazanılan zamanda da Türkiye en azından kendi içinde bu ayrımı yapabilecek olursa, 100’üncü yıl anma törenlerine katılımıyla bir kez daha bütün ezberleri bozacak, bir kez daha ahlaken üstün bir konuma geçecektir. Talepler ve beklentiler tabii ki bitmeyecektir. Ama soykırım sorunu 100’üncü yılında Türkiye açısından yönetilebilir bir sorun haline dönüşecektir.
Washington’dakiler Glendale’deki radikallerin ne dediğine değil Şikago’daki makullerin ne istediğine bakacaktır. Türkiye kendi içindeki diğer sorunlarını çözdüğü, demokrasisindeki eksikliklerini giderdiği, ifade ve toplantı özgürlüğü başta olmak üzere insan haklarını sicilini düzelttiği takdirde diplomasisinin soykırım diye bir sorunu olmayacaktır...