“Bir süredir, Şırnak, Siirt, Batman, Bingöl, Van, Erzurum taraflarındayım. Çobanların arasına karıştım. Hep beraber bir yayladan diğerine göçüyoruz. Göçtü kervan, kaldık dağlar başında diyecek halimiz yok... Zamanı gelince bu dünyadan biz de göçeriz... Gele bir devr, bu Haluk’u yad eyleyeler. Ahbap fırsatı, sohbeti, ganimet bilsin...”
Bunları yazmış, Haluk Dursun Hoca... Yol kenarında durup sırtını yasladığı henüz yeşermeye durmuş yayla çimenleri, çiçekleri, biraz daha ötede, fotoğrafın tüm arkasını tutan yalçın dağın önünde, ayakta dimdik duruyor... Dağa bakıyorum, Süphan olabilir mi, Munzur mu... Dağları çok severim. Üzerinde karlar henüz erimemiş, mayıs mı, haziran mı, yamaçlar yemyeşil, kim bilir kaç çeşit şelale çağlamaktadır bağrında, kaç çeşit, servi, kayın, meşe, kolkola o dağları beklemektedir... Yerlerde çoban yastıkları, kevgenler, kına otları...
Kültür ve Turizm Bakan yardımcısı Prof.^Haluk Dursun hoca, bir İstanbul beyefendisiydi, kültürel belleğin, sanat zevkine dair hafızanın ismiydi. Kaybolmaya namzet nice tarihi mirası, kültür muhafazasına almış, nice müzenin, kütüphanenin anahtarını belinde taşıyan bir kimseydi. Ani bir trafik kazasında geldi haberi. Duyduğumda inanamadım. Demek ölüm böyle aniden gelecek, bir gece baskın yapan uzak akrabalar gibi. Oysa daha bir kaç saat evvel sosyal medyada Ahlat’taki Selçuklu mezartaşları önündeki resmini beğenmiştim. Gençlerle buluşmuş, tarihten, Türkiye’den, gelecekten konuşmuşlar. Hep rüyasıydı, Türkiye’nin Doğusu ile Batısını buluşturmak... Öyle coşkulu ki gençlerin arasında. Arkada masmavi gök, biraz önde Selçuklulardan kalma, eski zaman yargıçlarını andıran heyula gibi hece taşları, en önde gençlerle omuz omuza duruyor. Fotoğrafı beğeniyorum, fotoğrafın altındaki kalp, ben beğenince kıpkırmızı oluyor. İki saat sonra o kalpten kan akıyor... Allah rahmet eylesin.
Ağrı Kültür ve Turizm Müdürümüz şair Ebu Muhsin Bulut kardeşimle konuşuyoruz telefonda. Haluk Dursun hocaya eşlik ediyormuş, trafik kazası gözlerinin önünde gerçekleşmiş, o şok altında kurduğu cümleler, Haluk Hoca’ya duyduğu hayranlığı taşıyor. “Haluk Hoca buraları terk edemiyordu bir türlü, gençlerle buluştu, kültürel projeleri, rüyaları vardı, ellerimizden kaydı uçtu”...
Birdenbire geliverdiğinde ölüm, tüm muhteşem kudretiyle evreni kaplıyor. Ani vefatlarda insan serseme dönüyor. Sanki ölüm meleği binbir rüzgarla hışırdattığı uzun feracesini yüzümüze doğru savurmuş gibi. Sarsıntı. Hayret. Yahu, olur mu bu. Olur, işte. Ölüm geldi mi olur.
Güya, ölüme hazırlıktan bahseder tüm eski kitaplarımız. “Mutu, kable ente mutu” terkibini belki bin kere okuyup yazmışızdır, büyük söz oysa, ölmeden evvel ölmek ne demek... Müslüman ölüme hazır olur diyen hocalarımızı can kulağıyla dinlerken... Ama hiçbir vakit hazır olmayız, olamayız ölüme. İnsan, kainatta öleceğini bilen tek canlı, buna rağmen, ölümü hiç aklımıza getirmeyerek korunduğumuzu düşünüyoruz ondan... Ölümü hiç düşünmek istemiyoruz, ama o biz düşünmediğimiz için gelmemezlik etmiyor.
Bütün büyük sözler bitiyor ölüm vaktine eriştiğimizde. Ve geriye büyük bir yalnızlık kalıyor. Ne yapacağız öldüğümüzde, nasıl bir yere gideceğiz, sessizce göğe mi bakacağız yattığımız yerden, arkadaşlarımızı bir daha göremeyecek miyiz, orada konuşmak hiç mi yok, ya kitap okumak, müzik dinlemek var mı, ağaçların, kuşların, kedilerin gölgesi mi düşecek oraya, orası, nasıl bir yer orası...
Modern insan, o kadar yalnız ki ölüm denen o büyük bilinmezin karşısında ve o kadar küçük ve o kadar güçsüz ve o kadar sahipsiz, o kadar kimsesiz...