13. Yüzyılda yaşadı. Belh'den yola düştü. Bağdat'a vardı. Oradan da Konya'ya geldi. Buraya yerleşti. İrfani ruh Horasan, Mezopotamya ve Anadolu bilinçaltında pişti. Anadolu'da olgunlaşarak çiçeklendi. Renkleri, meyveleri, dalları, tatları ile Osmanlı Çınarına eşlik etti.
Moğolların saldırılarıyla ne Horasan, ne Bağdat, ne de Anadolu kaldı. Her taraf harabeye döndü. Toplumun kurumları dağıldı, insanlar yağmalandı. Coğrafyamız harmonisini de ve dengesini de kaybetti. Selçuklu toprakları ve toplumları Moğol barbarlıklarıyla yıkıntıya dönüştü. Mevlana, Konya'da bu yıkıntılar ve harabeler içinde doğdu.
Yeni bir insan tipiyle ayağa kalktı. Zahitlik tipini yeniden canlandırdı. Krize giren ve bunalan bilince ruh veren bir kimlikle karşılık verdi. Yeni insan, bütün zamanların en kendisiyle barışan tipiydi. Anadolu ve Osmanlı coğrafyası, bu insan hamuruyla mayalandı. Mevlana Konya'da, bu insanı bulmak, keşfetmek ve inşa etmek için her şeyinden vazgeçti. Ulema görevini bıraktı, şöhreti terk etti, derslerden vaz geçti. Şemsi Tebrizi, bu keşif için çıkıp gelen bir "düşünce ebesi"ydi. Mevlana, Şems dostluğuyla yeni bir düşünce doğurdu. Düşünceden öte bir ruh. Kalbin en derin noktasına dokunan bir ruh. İnsan hamuru, kalpte yoğrulacaktı. Yokluktan varlığa geldi yeniden. Mesnevi'den ateşin düşünceler sökün etti.
Nasıl bir insan tipi keşfetmişti?
Yağmalanan ruh, düşen ruh, kaybolan ruh, harabeye dönen ruh. Krizin kökeni buradan geliyordu. Buradan da bütün topluma sirayet ediyordu. Toplumun yaşadığı ruh krizinin kökeninde insan meselesi vardı. Mevlana yeniden ruhu ayağa kaldırdı. Yeniden ruhu pişirdi. Yeniden ruhu alıp yerine oturttu. Kalp insanıydı keşfettiği. Maneviyatın özüydü.
Benlik, yıkılınca ne insan ruhu kalır, ne de toplum ruhu. Mevlana, benliğin ıslahatçısı. Ruhla bu benliği ıslah etti. Allah'ın insana üflediği ruhu o da nefesiyle korladı. Ateş yeniden hareketlendi, parladı, bedene can verdi.
Benlik inşası en büyük inşa. Mesnevi bir benlik inşa kitabı. Mevlana'nın nefesinden aktı. Bütün çağların ve kültürlerin mücevherlerini taşıyordu içinde. Hint, Pers, Mezopotamya, Anadolu, Horasan beldelerinin irfanı özlerini insana sunuyordu. Düşünce çeşmesinden abı-hayat akıyordu. Hikâyeler ne Hindi, ne Farsı, ne Türki ne de Arabı anlatıyordu. Anlatılanların hepsi insanlığın hikâyesiydi. Zamanların ötesinden gelen ve yine zamanların ötesine insanı kanatlandıran hikâyeler... Mevlana'nın ruhundan parlayan mücevherlere dönüşerek Anadolu'da yeni bir insan şafağını selamlıyordu.
Mevlana, 17 Aralıkta vuslata erdi. Şeb-i Ârus denir buna. Gerdek gecesi. Sevgilisine kavuşma. Hasretten vuslata. Ölüm bir yok oluş değil, dünyada yaşanan yalnızlığın ve hasretin sona erişidir. Ebedi âlem, dönen benlik için vuslattır. Bundan dolayı da ağlanmaz. Mateme girilmez. Tam tersine sevinir insan. Mevlana da vuslata erince muhipleri sevinçten kendisinden geçer.
Mevlevilik, Mevlana meşrebiyle Anadolu'dan Osmanlı coğrafyalarına yayılır. Mevlevihaneler açılır diyar diyar. Afyon, Kütahya, Gelibolu, İstanbul, Bursa, Üsküp, Şam, Kahire, Kırım... İrfan, Mevlevi Tekkelerinde insanları ve toplumları aydınlatır. Şiir, musiki, raks beraber insana ve topluma can verir. Sanatçılar yetişir, âlimler yetişir, arifler ve edipler yetişir. Şehirlerin ve toplumların mana dünyası mayalanır. Benlik ıstırabı ve sükûnetiyle, muhabbet ve coşkunluğuyla, ebedi ve faniliğiyle birleşir. İnsan mutlu olur, kutlu olur, muhabbetli olur, şifa bulur. Toplum Mevlevi mayasıyla muhabbeti ve kardeşliği, birlik ve dirliği yaşar.
Şimdi bütün insanlık acı çekiyor. Şifa için Nihilizme, yogaya, septisizme koşuyor. Sahte bilimciler ve sahte şifacılar sahneye çıkıyor. Şişkin benlikler, fütursuz hareketler, dinmeyen ihtiraslar, doyman arzular. Mevlana, ebediyetin ruhundan ışıyan tadıyla acıların karanlık dünyasına yeniden şifa olacak.