Teknik bir problemi aşamadığım için dünki yazımı Gazete’ye ulaştıramadım. İnşallah bugünü kazâsız belâsız atlatabiliriz.
Değinmek istediğim konu güncel politik değildi. Bugün ele alayım bâri:
Anadilimizin anasını bellemekde üzerimize yok!
Oysa yaygın kanıya göre millet olabilmenin en önemli şartlarından biri dil birliği. Bu gerçekden öyle mi böyle mi bilemem. Bildiğim, eğer bu şekilde devâm ederse pek de uzak olmayan bir gelecekde artık el kol işâretlerini de yardıma çağırmadan en basit şeyleri dahî ifâde etmekden âciz kalacağımız.
Ne acı... Türkçe daha 1930’lara kadar dünyânın en âhenkli ve en zengin dillerinden biriydi. Bugünse 300 kelimeyle idâre etmek mecbûriyetinde kalan bir mahalle arası lehçesine döndü.
Tabii kelimeler kaybolunca onların karşılığı olan kavramlar da kayboluyor ve iki üç yüz kavramla “düşünmek” zorunda kalıyorsunuz.
Bu, meselenin bir yanı. Öbür yanıysa dil disiplininin kayboluşu. Üzerine cehâlet de binince iş adamakıllı çığırından çıkıyor.
Dil haysiyeti de yokoluyor. Başka bir dilin yalakası olmakdan utanmaz hâle geliyorsunuz. Bir örnek vereyim:
Târihî bir metni tercüme ediyorsunuz ve orada Catherine the Great lakırdısı geçiyor.
Yâhut Peter the Great...
Eğer adam gibi bir lise eğitimi gördüyseniz ve bir nebze Türkçe hassâsiyetiniz, haysiyetiniz ve ehliyetiniz varsa, evet, o zaman bu isimleri (Çariçe) Büyük Katarina veyâ (Çar) Büyük Petro diye çevirirsiniz. Hani şu bizim Deli Petro diye andığımız Rus Hükümdârı!
Ama yok Londra kerhânelerinde tetebbû veyâ Arnavutköy Kız Kolejinde tahsîl eylediyseniz, bir iki sâniye aval aval bakındıkdan sonra aynen öyle bırakarak işin içinden sıyrıldığınızı zannedersiniz.
Hazır açılmışken; bir başka aziz ve değerli meslekdaşım da geçenlerde Deli Petro’nun günümüz Türkçesindeki anlamıyla deli demek olduğunu iddia ederek aklı sıra dalgasını geçiyordu. Klasik Türkçede deli kelimesinin olağanüstü cesur ve yiğit kimse anlamına geldiğinden bîhaberdi. Elbet DELİ Dumrul adını da ömründe hiç işitmemişdi. Muhakkak ki Arslan Yürekli Rişar’ın, ay pardon, Richard Lyonheart’ın hayat hikâyesini ezbere anlatıp onun bir ara da “Barbar” Türklere esir düşdüğünü iyi bilirdi ama diyelim ki bir Kür Şad adını tramvayda bile duymamışdı.
Bu arkadaşlar “Rostov-on-Don Şehri” yazmakda bir beis görmezler ve sayfa sorumlusu da onu aynen öyle basmakdan zerre kadar utanmaz ama siz “Cennetmekân AbdülhamîdHan” yazınca gerici damgasını yersiniz!
Yerseniz!!!
Bu tür arkadaşlarımız “toplu katliâm” yazarlar, çünki oradaki “âm” ekinin zâten “topluca” demek olduğunu ve “umûmî” kelimesiyle de akrabâ olduğunu bilmezler, yazdıkları da aynen öyle girer.
Yâhut “haşhaşînler” yazar, çünki oradaki “în” takısının zâten çoğul takısı olduğundan habersizdirler, o da aynen öyle girer.
Benim de böyle şeylere nedense biraz canım sıkılır...
Ondan sonra da çocuklara okullarda “ikinci bir” yabancı dil öğretelim de “daha” başarılı olsunlar diye milleti hıyar yerine koyarlar...
Ulan, siz önce “bir tek” yabancı dili öğretin de ikincisi kusur kalsın!
Hattâ hiç bir yabancı dil öğretmeyin, çünki zâten öğretemiyorsunuz, ama en azından doğru dürüst Türkçe öğretin!
Şu dinine yandığımın yeryüzünden gözlerim açık gideceğim...