11 Eylül saldırıları Amerika açısından hem jeopolitik hem de sosyo-kültürel sonuçlar üretmişti. Ortaya çıkan birçok dinamiğin yanında, Amerikan sosyal muhayyilesinin ürettiği korkuları tasdikleyecek cesamette bir vakaydı. Bush yönetimi, 11 Eylül saldırılarının sebep olduğu trajediyi küresel anlamda bir krediye dönüştürmekte gecikmedi. Türkiye hariç, ilgili bütün aktörlerden gönüllü veya gönülsüz bir şekilde işgaller için vize almakta zorlanmadı. İki yıl içerisinde iki işgal gerçekleştiren ABD, küresel tartışmanın merkezine oturdu. Komplo teorilerinden teopolitik analizlere, ekonomi-politik çözümlemelerden jeopolitik okumalara neo-kolonyal bir dönemin başladığına dair değerlendirmeler etrafı kapladı. Neocon politikaların küresel, özellikle de Ortadoğu’da ciddi neticeleri olduğu muhakkaktı. Lakin, Amerika açısından 11 Eylül dışarıyla ilgili bir mesele olduğundan çok daha fazla ülke içerisiyle alakalıydı.
Bush yönetimi 11 Eylül marifetiyle aynı anda ülke içerisindeki sosyal muhayyileyi tatmin ederken, dışarıdaki maceralarına hiç olmadığı kadar Amerikalılardan destek buluyordu. 11 Eylül kredisi iki işgal finanse etmeye yetse de ertelenen maliyet 2008 küresel mali krizinde Amerika’nın ‘açık pozisyonda’ yakalanmasını sağladı. Mali kriz ekonomik krize dönüşürken, Amerika hızla 20.Yüzyılın başında tecrübe ettiği ekonomik krizin bir benzerine doğru sürüklenmeye başladı. Obama’yı iktidara bu yıkım dönemi getirdi. 11 Eylül sonrası abartılı küresel Amerika gündemi benzer bir abartılı geri çekiliş sürecine girdi. Bu durumun en açık göstergesi ise Ortadoğu oldu. Neocon tahribatı tamir etmek üzere Türkiye ve Mısır ziyaretleri gerçekleştiren Obama, en az büyük neocon iddiaları kadar iddialı değişim tezleri ortaya attı. Arap isyanlarıyla birlikte, Amerikan pozisyonundan geriye neredeyse sadece Obama’nın retoriği kaldı.
Obama’nın ikinci döneminde ise retorik, siyaseten doğrucu mesajlara dönüştü. En kanlı sorundan en derin kısır döngüye, sorunların ‘mesajlarla’ yönetilmeye çalışıldığı bir Amerika fotoğrafı ortaya çıktı. Bu duruma en iyi örneklerden birisi de Washington’daki Türkiye algısı. Beyaz Saray’dan Dış İşleri Bakanlığına, yazarlardan Think-Tank’lere ‘haber başlıklarını’ aşamayan mesajlar ve içerikleriyle siyasi süreçler yönetilmeye çalışılıyor. İşin daha hazin yanı, Washington’da birkaç gün harcadığınızda, Türkiye’den de benzer içeriksiz mesajların gelmesi durumunda, ilişkilerde sorun başlığı olarak görünen birçok şeyin hızla düzeleceğine dair güçlü bir kanaatiniz oluşuyor. Uğradığınız bütün duraklarda, bağlamı ve içeriği olmayan, siyasetten kopuk salt referanslara ve temennilere yaslanan Türkiye eleştirileri duyuyorsunuz. Türkiye ve bölge halkları Amerika’nın tahripkar kararsızlığının fiili sonuçlarını konuşurken, Washington ‘söylenenlere ve söyletilere’ hapsolmuş durumda.
Bu duruma en iyi örnek ise bu hafta Washington merkezli bir kuruluşun Türkiye’yi Uganda, Bangladeş ve Cezayir gibi ülkelerin bile gerisinde ‘basın özgürlüğüne’ sahip olduğunu iddia eden raporuydu. Böylesi sonuçları her hangi bir kuruluşun yayınlamasında bir sorun bulunmuyor. Hatta bazı Amerikalı siyasilerin benzer bir söylem kullanması da sıradan bir olaydır. Lakin mezkur düzey, onlarca etkili pozisyondaki isim tarafından da sorunsuz bir şekilde tüketilince ortaya oldukça sorunlu bir Amerikan politikası çıkmaktadır. Amerika salt mesajlar üzerine yaslanan söylemiyle sadece dış ilişkilerini muhafaza edebilir. Dış politika içinse muhatabını Cezayir’le veya Kuveyt’le karıştırmayacak bir düzeye ihtiyaç var. Yakın zamanda böyle bir farkındalık için fazlaca bir umut görünmüyor. Zira Amerika, Amerika’ya döndükçe, dışarıya ihtiyaç duymayacağı kadar çok sorun ve başlık bulmaya devam edecek. 11 Eylül’ün dışarıya dönmeye yeten kredisi kullanılırken ortaya çıkan maliyet, bugün dışarıda dünya yıkılsa, içeriye dönmek için kullanılıyor. Bu durum ise Türkiye-Amerika ilişkilerinde, ABD açısından fiili sonuçları olmayan, içeriksiz mesajlara sarılarak konforlu ve risksiz platform oluşturmaktadır. Neredeyse karar alamayan Obama için bulunmaz bir imkan!