Başta ‘Rusya ve Amerika ile -her ikisinin yapışık kardeşi konumundaki- siyonist İsrail rejimi ve de İran olmak üzere birçok ülkenin askerî ve sair güçleri ve istihbarat elemanları Suriye’de cirit atarken, hiçbir karşılık veremeyecek durumda bulunan Beşşâr Esed rejiminin son haftalarda ‘Türkiye’yle askerî bir sürtüşme’ye girebilmeyi gözüne kestiriyor gibi gözükmesi, çok sıradan ve basit bir gelişme sayılmamalıdır. Bu durumun, çok yönlü uluslararası planların ve hele de Rusya’nın etki, teşvik ve sevkı olmadan gerçekleşemeyeceği açık..
Çünkü, Suriye’de ipler, 2005’den itibaren kademe-kademe gelişen bir müdahale ile, Rusya’nın eline geçmiş bulunuyor. Ki, bu da, İran’da ‘Rehber’ S. Ali Khameneî’nin dış siyaset başdanışmanı ve İran’ın 1981’den itibaren kesintisiz olarak 16-17 yıl Dışişleri Bakanlığı’nı yürütmüş olan Ali Ekber Velayetî’nin geçenlerde, ‘Eğer Suleymanî olmasaydı, Bağdâd ve Şam düşerdi, Rusya da Suriye’de olmazdı.. Putin’i o iknâ etmiştir..’ diye açıkça belirttiği şekilde gerçekleşmişti. Evet, Suriye’de yönetimin ve Beşşar Esed’in ipleri, artık, bütünüyle Putin’in elinde ve dahası, Suriye generalleri Rus yüzbaşılarının emrinde..
*
Trump Amerikası ise, şimdilik, daha çok, Suriye’deki YPG/ PKK güçleriyle uzun vâdeli planlar yapmak ve bölgede yeni bir harita çizmek ve bu arada Suriye petrol bölgelerinde ‘aslan payı’nı ele geçirmekle meşgul.. Ve o konularda Putin Rusyası da aynı şekilde çalışıyor ve amma, Amerika’yla karşı karşıya gelmemek dikkati içinde.. Bu ‘fiilî’ konumlarından, hâl-i hazırda, iki ‘süper-güç’ de memnun.. Öte yandan İran da, Rusya’nın kanadı altında, bir pay kapmaya çalışıyor.
Daha da ilginç olan şu ki, Amerika Suriye’den 15 bin km., Rusya en yakın noktada, Kafkasya üzerinden, 700-800 km., İran ise, 300 km. kadar uzakta.. Yani, ateş kendi sınırlarından çok uzaklarda.. Bu bakımdan rahat oynuyorlar ve Suriye halkının neler çektiği onları ilgilendirmiyor. Çünkü, Suriye halkının büyük ekseriyeti ile ortak noktaları ya hiç yok, ya da çok zayıf.. (Nitekim Haleb, Beşşar rejimi muhaliflerinin elinden, Haşd-i Şa’bî ve Afganistan’dan getirilen Fatımiyyûn tugaylarının on binlerce savaşçısının saldırılarıyla ve kaçmaya fırsat bulamayan onbinler sivil insan katledilerek alındığı zaman, Türkiye’den bir ünlü hukuk prof.’u, ‘tweet’inde, ‘Bugün Haleb için zafer ve şenlik günüdür..’ diye yazabilmişti; Haşd-i Şa’bî ile aynı dünya görüşüne sahib olmanın sevkıyle..)
Sadece stratejik ilgi değil, itiqadî ve 400 yıllık da fiilî birliktelik..
Türkiye ise, 910 km.lik, en uzun ortak kara sınırının bulunduğu Suriye’yle sadece stratejik açıdan ilgilenmiyor; 100 yıl öncesine kadar, 1517’lerden 1918’lere kadar tam 400 yıl birlikte, iç içe yaşamış olmanın getirdiği sorumluluğu da taşıyor. Müslüman halkların, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra emperial güçlerce çizilen uyduruk sınırlarla birbirinden ayrı düşürülmesine rağmen, Erdoğan Türkiyesi’nin, sınır ötesinde kalan kardeş halklarla gönül birliğinin kendisine yüklediği sorumluluklar sebebiyle, Suriye’ye bakışı da başka ülkelerin, hele de onunla sınırdaş olmayan ülkelerin bakış ve yaklaşımından tabiatiyle çok farklı..
Türkiye’de, Müslüman halk kitlelerinin hassasiyet ve imanî sorumluluklarına paralel yönde hareket etmeyen laik kadrolar iş başında olsaydı, belki de ateşin içinden kendisine sığınmaya çalışan milyonlarca sivil kitlelere kol-kanat germek sorumluluğu hissedilmezdi.
Beşşâr Esed ise, bugün, Türkiye’ye daha önce sığınan 4 milyona yakın büyük kitlelerden ayrı olarak Türkiye sınırına sığınan ve İdlib’de dar bir bölgede sıkışan 3,5-4 milyon insanı daha, aralarında ‘terörist’ dediği muhalif unsurların bulunduğu gerekçesiyle, ve de Rusya ve İran’ın da himaye ve yardımıyla bombardıman ediyor ve Türkiye’nin Suriye topraklarından çekilmesi gerektiği iddiası bulunuyor. Ama, Suriye’de istedikleri cinayeti işleyen öteki devletlerin varlığı ise, onu rahatsız etmediği gibi, onun, mazlum Suriye halkına tahakküm etmesinden uluslararası hukuk açısından bir legalite/ kanunîlik devşirmeye çalışıyor.
*
Böyle bir durumda, şu andaki durum itibariyle, ‘Suriye-Türkiye Sürtüşmesi’, uluslararası hukuk açısından henüz bir ‘savaş’ noktasına gelmese de, ‘fiilen bir savaş eşiğinde’ olduğu, ortada.. Nitekim, C. Başkanı Erdoğan da, ‘Bir savaş hali diyebiliriz’ diyordu, evvelki gün, Cuma günü namazı çıkışında.. Çünkü, İdlib civarındaki buhranın artmaması için, ‘Rusya, İran ve Türkiye’ arasında varılmış olan ‘Soçi Mutabakatı’na göre, Türkiye’nin İdlib’in civarında tesis ettiği 12 adet askerî gözetleme noktalarından bazılarına Suriye rejimi, açıkça iki-üç kez ve bilerek saldırmış ve bu saldırılarda TSK güçlerinden 7-8 asker hayatını kaybetmiş ve bir o kadarı da yaralanmış bulunuyor. Bunun üzerine Türkiye de -yapılan resmî açıklamaya göre- şiddetle mukabelede bulunarak, Suriye güçlerinden onlarcasını ‘etkisiz hâl’e getirdiğini açıklamış durumda..
Bu arada Türkiye, Rusya ve İran’ın ‘SOÇİ Mutabakatı’na riayet etmediğini söylerken, İran ve Rusya da Türkiye’nin SOÇİ Mutabakatı’nda verdiği sözleri yerine getirmediğini ileri sürüyorlar. Yani ‘mutabakat’ kağıt üzerinde devam ediyor; ama, İdlib sahasında, hayır!. Taraflar kendi bulundukları noktadan geri adım atmıyorlar. Ne de olsa, onlar bu ateşin uzağındalar. Türkiye ise, hem yangının kenarında ve hem de 3,5-4 milyon insanın yaşadığı büyük dramı görüyor ve onların korunması sorumluluğunu yüreğinde hissediyor.
*
Putin de, Amerika da, NATO da Türkiye’yi kendi isteklerine boyun eğdirmeye çalışıyor..
Böyle bir hengâmede, Suriye rejiminin Türkiye’ye kendi iradesiyle saldırması muhal derecede bir varsayım olabilir ve bunun ardında Putin Rusyası vardır. Putin, elbette ki Türkiye’yi kendi istediği noktaya çekmek istiyor. Rusya’yı Ortadoğu’da 50 yıl öncelerdeki etkin dönemine döndürmek için buna çok önem veriyor.
Ama, yeni Türkiye de bu zamana kadar iki süper güç arasında, ikisine de teslim olmayan ‘dik duruş’ siyasetini sürdürmekte kararlı.. Her ne kadar zor olsa da.. NATO ise, bu durumdan da faydalanmak ve Türkiye’nin, USA/NATO’nun kucağına yine eskiden olduğu üzere oturmasını bekliyor.
NATO bu zamana kadar Türkiye’ye, ‘NATO’nun jandarması-bekçisi’ nazarıyla bakıyordu. Yani, diğer NATO ülkelerinin müşkülleri söz konusu olduğunda, NATO’nun -B. Amerika’dan sonra- ikinci güçlü ordusuna sahip olan Türkiye devreye girer’ anlayışı hâkim idi. Ama, Türkiye’nin müşkülleri, Türkiye’nin kendi işidir diyordu. Şimdi, NATO da, onun beyni olan USA emperyalizmi de Türkiye’ye, sadece diplomatik açıdan, ‘Seni destekliyorum..’ gibi laflar ediyor; askerî açıdan ise, hayır!.
Bu noktada da ciddî bir sıkıntı var.. Şu anda, Türkiye USA’dan tekrar hava savunma sistemi için Patriot füzeleri istiyor ama, onlar ‘Şu anda böyle bir kararımız yok!’ diyorlar. Rusya’dan alınan ve bu yüzden Amerika’nın Türkiye’ye çok kızdığı S-400 füzeleri, hem henüz aktif olarak devreye sokulamadı; hem de, o füzeler aktif hale gelse bile, bu füzeler, söz gelimi Suriye’nin elinde olan Rus füzelerini de yakalayacak mıdır, havada?
Yani, sıkıntılı bir durum..
Gerçi bu noktada Türkiye’nin de özellikle Rusya’yı çok rahatsız ettiği belirtilen ve ‘KORAL’ diye anılan bir ‘ultra elektronik sistem’ geliştirdiğinden söz ediliyor. Bu sistemle, füzelerin yazılımları ve yönleri değiştiriliyor ve etkisiz hâle getiriliyormuş.
Bunu geçen gün TRT’den yapılan bir yorumda dinlediğim zaman sevindim doğrusu..
Her zorluğun içinde bir kolaylık ve bir hayır da vardır, inşaallah..