Almanya'nın İsrail'in saldırılarına karşı tutumu, ülkenin geçmişte yaşanan trajedilerden nasıl dersler çıkardığını ve bu derslerin mevcut dış politika kararlarına nasıl yansıdığını anlamak açısından önemli. Holokost, insanlık tarihinin en karanlık dönemlerinden biri olarak Almanya'nın tarihinde derin izler bırakmıştır. Bu tarihi bağlamda, Almanya'nın uluslararası arenadaki insan hakları ihlalleri ve çatışma durumlarına yaklaşımında daha temkinli ve dengeli bir politika izlemesi beklenirdi. Ancak, İsrail'in saldırılarına karşı Almanya'nın insan hakları ve uluslararası hukuk konusunda İsrail'in meşru müdafaa haklarına vurgu yapması, Holokost'tan çıkarılan derslerle çelişen bir tutum olarak görülebilir. Almanya'nın bu konudaki duruşu, İkinci Dünya Savaşı sonrası tarihi sorumluluklarını ve o dönemden bu yana geçirdiği evrimsel süreci de akıllara getiriyor.
İkinci Dünya Savaşı, Almanya başta olmak üzere Orta Avrupa'nın tüm ülkeleri için tarihî kırılma noktasıydı. Batı Almanya, Nazi döneminin suçlarıyla yüzleşmek zorunda kaldı, buna karşılık Doğu Almanya bu suçları reddederek Batı Almanya'yı suçlu ilan etmeyi tercih etti. 1945 ile 1949 yılları arasında Almanya'nın takındığı tutum, genellikle sessizlik ve gerçekleri örtme dönemi olarak tanımlanabilir. Bu dönemde Almanya, soykırım ve Holokost gibi doğrudan ifadeler yerine "ırksal delilik", "antisemitizm" ve "kitle imhaları" gibi daha belirsiz terimleri kullanmıştır. Bu tercih, tarihsel gerçeklerle tam anlamıyla yüzleşmenin ertelendiğini işaret ediyor. Jean-Paul Sartre'ın "Geçmişimiz bugünümüzü şekillendirir" sözü, o dönemin Almanya'nın mevcut politikalarını anlamak için kritik bir çerçeve sunar. Ayrıca, bu dönemdeki suçu kabul etmeme ve olaylardan habersiz olma eğilimi, o zamanlar Amerika Birleşik Devletleri'nin hâkim olan politik söylemleriyle, yani Avrupa'yı komünizmden koruma iddiasıyla paralellik gösteriyordu.
1960'lar, Almanya'nın Nazi geçmişiyle hesaplaşma sürecinde kritik bir dönemeç oldu. Bu dönem, Ulm'da gerçekleşen "Einsatzgruppen Davası"nın açılmasıyla başlayıp, Alman mahkemelerinde benzer davaların sayısının artmasıyla devam eden bir süreçti. Ayrıca, Almanya'nın bu geçmişle yüzleşme sürecindeki bir diğer önemli aşama ise, dönemin Başbakanı Willy Brandt'ın attığı adımdı. Özellikle Brandt'ın Varşova'daki Yahudi Gettosu anıtı önünde diz çöküp özür dilemesi, Almanya'nın tarihle yüzleşme sürecinde sembolik bir öneme sahip oldu. Bununla birlikte, 1990 sonrası, Almanya'nın geçmişini koruma ve bu mirası devam ettirme süreci olarak tanımlanabilir. Bu bağlamda, Alman filozof Georg Wilhelm Friedrich Hegel'in "Tarih, insan ve insanlığın bilinç düzeyindeki değişikliklerin bilimidir" ifadesi, Almanya'nın tarih boyunca geçirdiği değişimleri ve bu değişimlerin bilincini anlamada rehberlik eder.
2005'te Berlin'de düzenlenen bir anma töreninde, o zamanın Başbakanı Gerhard Schröder, soykırımın anısını sürdürmenin Almanya'nın anayasal mirasının bir parçası olduğunu belirtmişti. Öte yandan, 2015 yılında ise, Almanya Cumhurbaşkanı Joachim Gauck, Federal Meclis'te yaptığı bir konuşmada, Auschwitz'in Alman kimliğinden ayrı düşünülemeyeceğini ifade ederek, soykırımın Almanya'nın tarihsel hafızasında sürekli bir yeri olacağını vurgulamıştı. Ancak, aynı Almanya, günümüzde Gazze'de yaşanan insanlık dramına karşı suçluluk psikolojisi içerisinde koşulsuz İsrail'i destekliyor. Bir yandan geçmişiyle yüzleşmekte başta direnen ve onun diyetini ve utancını hisseden Almanya, diğer yandan benzer bir soykırım karşısında duyarsız kalmayı tercih edebiliyor. Gazze'ye destek olarak algılanabilecek söylemler ve simgelerin yasaklanması, devletin bu konuda aldığı sert tutumu gösteriyor. Ayrıca, okullardan velilere gönderilen e-mailler ve polisin medya aracılığıyla yaptığı uyarılar, bu hassasiyetin bir yansıması olarak görülebilir.
Almanya'nın tarihindeki sorumlulukları ve suçlarla yüzleşme süreci göz önünde bulundurulduğunda, Gazze'deki duruma karşı daha hassas ve aktif bir tutum beklenirdi. Almanya'nın İsrail'e olan desteğini sürdürmesi, kendi değerleriyle çelişen bir görünüm oluşturuyor.